Dünyanın durduğu gün..

Hüzünle basılan piyano tuşlarının sesleri arasında kaybolup giden günler, en yükseğe çıkma şansı için beyhude gibi gelen çaba, bir anda ortaya çıkan heyecanlar, sonrasında hayal kırıklıkları, keskin kahvenin içine çektiğin kokusu ve sigara dumanının içinde, alkolden güçsüz düşen beden, yorgun bir zihin, en çoğuyla yetinmek bile zorken en azına kaldığın, aslında aynada gördüğün, düşündüğün, hayaline kapıldığın illüzyon. Sahne sonunda seyirciye selam vermeden çıkmak zorunda kaldığın gösteri gibi, yarıda kalmış, başarısız, umutsuz.. Dünya benim için hala dönüyor bile diyemiyorsun. Herşey durmuş, sabit, yıkılıyor üstüne.. Kaçacak yerin yok bundan.. Tüm bunlar olurken elinde olan tek şey sağlam bir kalp... Atmaya devam ettikçe kendine yeni bir dünya yaratabilirsin. Evet, Olimpos'tan kovulan bir yarıtanrı için daima başka bir zirve bulunabilir. Kendi dağını kendin yaratmak zorunda olsan bile.. Oradan aşağıya baktığında herşey daha basit görünene kadar kısır bir döngü gibi çaresiz, Atlas'ın dünyayı sırtlaması kadar zor..

Benim Ben No.5

"Hayatta en sevmediğim şey" dediğim bi milyon tane şey vardır herhalde. Bu beni çok garip hissettiriyor. O kadar garip ki tarifi mümkün değil. Kendimi bir somurtkan şirin, bir o pamuk prenses ve yedi cücelerdeki yüzü asık cüce gibi karakterlerden biri hissetmeme ramak kalıyor. Ben buna karşı çıkmak istiyorum.

Yeni bir kitap almak benim için hayattaki en büyük zevklerden biri. Hani neredeyse Giselle Bündchen'le bir gece geçirmekten bile daha büyük bir zevk sanki. Ama bu çok iddialı oldu sözümü geri alıyorum. Yarın öbür gün Gisele okur gibi bir his var içimde.

Yukarıdaki paragraftaki cümleleri karşımda sarfeden biri olsaydı. İki gün dalga geçerdim, kişiliğini sorgulardım. Allaam neler yapardım yaa. Ama ben dediğim için birşey demiyorum. İskenderiye kütüphanesinden vazgeçerim sanırım.

Spor gazetesi alan bir insan sadece kendi takımının sayfasını okuduktan sonra sırf "verdiğim para boşuna gidiyor gibi hissediyorum diğer sayfaları da okumazsam" mantığıyla diğer sayfaları da mecburiyetten, dünyanın en isteksiz, en bezgin insanı edasıyla okuyorsa, o insan benim için yoldaştır, gardaştır, hemşerimdir, canımdır. Hele ki önce diğer sayfaları hızlıca geçip sona kendi sayfasını bırakıyorsa o eroy'dur. Benim için o bendir.

Bunun diğer insanlarda da olup olmadığını merak ediyorum. Bir deodorant sıktıktan sonra etrafınızda, vücudunuza isabet ettiremediğiniz deodorant moleküllerinden bir buğu perdesi kalıyor ya, ben sanki o bulutun içinde havasızlıktan ölecekmişim gibi geliyor birgün. Allaam o kadar rahatsız oluyorum ki. Bir odada deodorant sıkıp hemen başka bir odaya kaçıyorum. Hatta bu yüzden sevmediğim bir insanın odasında yapayım bunu ona bişiy olsun ooh miss.. en birinci benim diye küçük sinsi planlarım var. Evdeyken salonda yapsam evden hemen çıkmak zorunda hissediyorum. Ben uyurken biri nerdeyse yan odada sıksa ona bile uyanıyorum bazen. Allaam nooluyor bana böyle?

Yukarıda söylediğim şeylerin parfümle hiçbir ilgisi yoktur. Güzel bir parfüm beni benden alan şeylerin başında ilk 5'e girer her hafta.

Ben böyle durup durup bazen biyerlerden düşüyorum. Bu yatak olur, kanepe olur, sandalye tepesi olur, olabilir yani bunları herkesin başına gelebilir bunda gülünecek birşey yok bence.

Bayram şekeri



Bayramları da sevdiğim zamanları hatırlıyorum. Bayramlık alışverişi heyecanı vardı. Kardeşlere aynı tip kıyafetlerin farklı bedenlerinin alınması beni eskiden ne kadar gıcık ediyorduysa, şimdi de gıcık ediyor eski ihtişamından birşey kaybetmeden. Kişilikli bir şekilde üzerinde ısrarla durduğum birkaç prensibimden biri. Gerisinde çok kişiliksiz biriyim ben zaten. Ben kendimi sevmiyorken bazen başka birinin de sevmesini beklemek de saçma değil mi..

"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil." diye bir sözü var Fuzuli'nin ki çok hoşuma gider. İlişkilerde yaşadıklarımı gösteriyor bana. Bunu her zaman kullanmadığım arşivlerde pek bir açık ama bunu kabullenmek, sonu kabullenmekle eşdeğer benim için. (aklımı uçuracak bir dejavu'dan sonra) Baba, beraber sigara içelim mi.. Söylesene beni biraz tanırsın, ben nerede hata yapıyorum?.. Hayatında yeraldığım sevdiğim insanlara neler yaptığımı görüyorsun. Sevgili ile ilgili konuları da bir kenara bırak, görüyorsun. Geçtiğimiz 2 yılda birçok insanın hayatını ne kadar değiştirdim. Sonuncusuyla artık ben de kendime inananmadım. Bilmiyorum ki.. Artık bırakıp gidebilir miyim? İzin veriyor musun?.. Çok uzağa ama.. Bunun için beni affetmeye hazır mısın? Bir sigaranı daha alıyorum.. Gerisini sonra konuşuruz..

Şimdi biraz yalnız kalmak istiyorum izninle.. Telefonum çalarsa ben arka balkondayım..

Live 4 it! Haftanın Klibi


Live 4 it! Haftanın Klibi'nde bu hafta Bob Sinclair - World Hold on bizlerle birlikte. Sıkı dur dünya. Evet. Bahsettiğin dünya tüm dünya ise iddialı bir söz. Kendi dünyan için sıradan bir gün.

Hepimizin ne kadar çok sorunu var. Ne kadar dert içinde yaşadığımızı kendimiz bile bilmiyoruz. Bazen şans eseri öğreniyoruz o sorunumuzu. Biri sormasa öyle bir sorunumuz yoktu aslında. Ama niye aklıma getirdin ki? Birbirimizle, sevdiğimiz insanla, sevmediğimiz insanlarla, okul, iş, yol, su, elektrik... vs. Aslında sorunun hayatla da sen farkında değilsin belki. Bizim neslimiz kendi içinde kendini bitirip bu krizle yaşamayı seviyor. Bu bunalımın sonrasında gelen mutluluk diğerlerinden daha tatlı oluyor öyle değil mi? İçerisine tıkılıp kaldığımız başarısız karanlık dünyamızda kendi yarattığımız bir sorunu çözünce mutlu oluyoruz. Sorunumuz olmasa bile çözmek için yenilerini yaratmakta gecikmiyoruz. Arayışımız hiç bitmeyecek..

Eureka! Sonunda kendini bulucaksın. Ben inanıyorum.

Hergün yeni kararlar alıp, hayatımı düzene sokacağım palavralarına kendimiz bile inanıyor muyuz? Yeme beni. Bunu başaranlar vardır elbet. Daha fazlası ise bu şekilde kendini kandırmaya devam ediyor. Ben de öyle. Arada bunun farkına varınca farklı oluyorum. Yoksa burada kızdığım herşeyi ben de en az bir kez yapmadığım değil.

Birbirimizle sorunlarımız var gibi ama esas sorun kendimizle. Bugünün dünyasında mükemmel olmak zorunda olmanın verdiği o zorunluluk hissinden kurtulamıyoruz. Zor bir dünya çünkü hergün değişiyor, dünden daha güçlü değilsen yarın yoksun gibi iddialı. Eşyalarını topla ve çık...

Başkalarına daha güçlü görünmek için bir sürü uğraş veriyorsun olamadığın gibi olmak için kendini aşan bir çaba sarfediyorsun. Seni aldatan görüntü de sahte aslında. Ama sen bunu düşünme alacağın sahte kararlar daha tatlı geliyor. Başaramayınca, uygulayamacağın yeni kararlar alırken görmek istiyorum seni aslında. Birgün kendine hesap vermek zorunda kalacaksın ama.

Aslında sürekli değişen bu zor dünyanın yarattığı bir şey bu. Bizim bir suçumuz yok da denebilir. Öyle olmak zorunda olduğu için. Biz nasıl bir hayat yaşıyoruz? Bizi bu hale sokan şeyler aslında birgün bize hesap vermeli. Biz eskiye oranla altın bir nesiliz. Bizden sonrakiler için de demode. Sonra ama eskiden herşey ne kadar kolaydı, eskiden insanlar ne... diye demezsek de olmaz.

Ama aklında güzel hayalleri barındırmazsan esas kötülük odur. Tüm bu olumsuzlukların yanında güzel hayaller kurup, sana anlatmak beni ne kadar mutlu ediyor. İlk olumsuzlukta bile vazgeçebilenlerin aksine sonuncusuna kadar ayakta kalıp, düşünce baloncuklarının gerçeğe dönüşmesini görmek güzel değil mi..

Bugün güzel birgün şarkı dinleyip çimenlere uzanıp yatmak için. Dışarı çıkıp piknik yapmak için, güzel bir manzarada yemek için, sinemaya gitmek için, içip dans etmek için. Öpüşüp sevişmek için. Ilık rüzgarın saçlarını savurması için. Evet dünya.. sıkı dur. Bizi nasıl yetiştirdiğinin farkında değilsin sanırım.

Dışarıdan istek

Önümde yılın tüm günlerini gösteren bir kocaman bir duvar takvimi, üstünde çeşitli devre şemaları, nükleer enerji tesislerinin isimleri ve içerikleri, araba çizimleri, ne kadara mal olacağı yazan projeler, kağıttan bir kuğu, isimler ve telefon numaraları, banka hesap numaraları, sevgiliye ait bir fotoğraf, üstüste yığılmış dosyalar, kimbilir kaçtane ağaca mal olmuş da yapılmış beyaz dosya kağıtları, o dosya kağıtlarında yazan ve bilmem gereken onca bilgi, boş kahve fincanları, tüm karşı çıkmalara rağmen odada içilmiş sigaraların kokusu ve doldurduğu küllük, her tarafa saçılmış kalemler, küçük not kağıtları. Kredi kartları ve kimlikler. Kalın perdelerin de yardımıyla bir nebze kararmış odayı tek başına aydınlatmaya çalışan masa lambasının loş ışığı, odanın diğer taraflarında da aynı manzaraların tekrarlandığı sanki küçük bir ülke gibi. İçinde herşeyi barındırıyor. Anılar, heryerden bir parça anı. karmaşa hakim heryere. Arkaplanda çalan müziğin de etkisiyle sanki karısını ve çocuğunu yıllar önce kötü adamların öldürdüğü ve intikam için hazırlanan bir film kahramanı edası var. Dışarıdan bakılıp da printscreen desen kimse sana dur demez. Ortada birkaçtane pasaport ve silah eksik ama onlar da filmin kısıtlı bütçesine takıldı dersin. Beni dışarıdan izlemek nasıl birşeydi acaba?

Merdivenlerden aşağı



Disiplinden uzak geçen zamanlarımın sonrasında filmlerdeki bir hafta sonunda eyalet şampiyonasını kazanmayı ummuyordum elbette. Olsaydı güzel olurdu ama olmaması da bir eksiklik yaratmadı. İki gündür uyuduğum toplam süre, geçtiğimiz hafta uyuduğumun 2 katına denk geliyordu. Bu sabah da o uykunun ardında sersem bi halde uyandım. Mesajlarıma bakarken ne görmeyi umuyordum? Modern dünyanın mesaj güvercinlerinin getirdiklerinin benim hislerimi nasıl değiştireceği merak konusuydu. Fotoğrafının önünde duran telefonu alıp tekrar yatağıma döndüm. Havada tutmaya çalıştığım telefonun dışında tüm arkaplan tavandı bu da gözümü alıyordu. Bir elimle telefonu tutup, diğer elimle gözlerimi, yuvalarının dibine itercesine açmaya çalışırken, başka bir elim olsa da şu kafamın içindeki ağrıyı da tutabilse keşke diyordum.

Hmmm... Kadim hikayelerden birinde geçen ve çok sevdiğim Theoden'in "Who am I Gamling?" diye kendisinin ne ifade ettiğini sorgulamasını hatırlayıp kendime soralı daha birkaç gün geçmişti. Cevabımın ardından gelecekler de cevabı hiç vermediğim zamandan farklı olmayacaktı. Öncelikler arasında sonların başında olmaya devam edip son haftalara kadar şampiyonluğu kovalamaya devam edecektim. Olan buydu çünkü. Bu sezonun daha 5. haftasında havlu atmış bir takım edasındaydım. Ama suç bende değil, hakemlerdeydi. Daha yatağımdan çıkmadan kardeşimle anlamsız bir tartışmaya girebiliyorsam, bu ligin en değerli oyuncusu olup seneye avrupaya gidebilirim belki.

Ne kahvaltısı? Kendimi aynada görmeye dayanamıyorum. Bişeyler yemek için canım fazla sıkkın. Sigara yok. Nasıl olur ya? Topsuz antrenman mı? Hergün en az 3 kez kaybettiğim, Haftanın ortalama 2,5 günü bu yüzden kapının önünde kaldığım anahtarım her zamanki gibi ortalarda yoktu. Halbuki daha geçen akşam anneme artık anahtarımı unutmamaya başladığı anlatıyordum. Evin önünde karşılaştığımızda kapıyı açmaya yeltendiğinde büyük bir gururla anahtarım var benim dedikten hemen sonra. Evin kapısını açık bıraktım. Bu saatte ne hırsızı yahu? Bizim bulunduğumuz katta bir de demirkapı var onu da kapattım mı bir hızlı koşuda gider gelirdim. Hırsız girse bile kapıdan çıkmadan yakalardım. Hoş yakalasam ne olacak ki? Işın kılıcıyla ikiye bölecek halim yok ya. Neyse kötü düşünme koş. Altkatlarda doktorların muayenehaneleri var. Öyle ilginç bi apartman işte.

Yaşlıca bir teyze merdivenleri çıkamıyor. Acı içindeki inlemeleri merdiven boşluğunda yankılanıyor. Yanlarından geçip giderken içim burkuldu. Benim pek umuruma takılmaz aslında ama yaşlı insanlara karşı defansım çok zayıf. Dönüşte tekrar yanlarından geçmek zorunda kalıcam şimdiden ufak planlara girişmem gerek. Kadını bir sandalyeye oturtup çıkartmak isterlerken ben dönüş yolunda ordan geçen bir yabancı edasıyla aralarından sıyrılıp gidip başka şeylere üzülmek istiyordum. Sandalyenin bir tarafındaki o kişi benim aksime yaşlı olmasalardı kaldırabilirlerdi biliyorum ama tek başıma kaldırabilmem için de fazla ağırdı. Dişçinin önündelerdi ve içeriden çıkan iki bayan da oldukça kalabalık olan bu merdivenlerden nasıl geçeceklerini düşünüyorlardı. Zira hasta kadın ve ona refakat eden 4 kişi daha 1 de doktor ve yardımcısı onların hepsi yetmiyormuş gibi bir de ben. Herkesin arasından geçerken neden diğer olasılıkların aksine gelip benim önümden geçmek istedi ki ve o birbirine yakın geçişteki bakış ve gülümsemeyi biliyorum ben. Kafamı diğer yöne çevirip benim buraya ve bu bakışlara ait olmadığımı anlatmaya çalıştım. O da anlamıştır. Diğerinin geçmesine izin vermeden biran önce gitmek istedim. Hiç de içten olmayan bir pardon demeyle merdivenleri çıkarken arkadan gelen bakışlar hiç de umurumda değildi. Yaşlı kadına yardım da edememiştim. Denedim ama olmadı. O kattaki başka bir doktorun muayenehanesine girmesine karar vermişlerdi bu yüzden içim rahattı.

Eve çıktan ve kahveyi hazır edip masaya koyup Ave Maria'yı açana kadar zaman çabuk geçsin diye uğraştım. Sonrasında.. Hallellujah!.. İlk nefesin keyfi nereden gelir yarab.. Saçma problemlerime gömülmek istiyorum. Ne yapacağım hiçbir fikrim yok. Ben, bir zamanlar..

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! Haftanın Klibi'nde bu hafta Ane Brun - The Treehouse Song ile bizlerle. Eski günlerin hatrına..

Uzun zaman önceydi. Birbirimize şarkılar atardık. Eski zamanlarda mektuplaşma gibiydi. Ruh hallerimizi anlatan, bazen de anlattığımız o ruh hallerini değiştirmek için. Birşeyler vardı ama birileri yoktu. Kelimelerden, şarkılardan, fotoğraflardan birbirini tanımaya çalışmak. Çok uzun zaman ve hepsi birbirlerinden ayrı geçmiş. Ama sanki hiç de ayrılmamış gibi.

Kurulan güzel hayaller. Unutulan, unutulmaya çalışılan geçmiş zamanlar. Melodisi güzel ve hayal dolu zamanların bitişini hissettiriyor. İçindeki hüzün güzel şeylerin bitmesinden kaynaklanıyor. Hepsi geçmiş zamandan kalan güzel şeyler. Geçmiş zamanlardan kalan kötülerin yanına konuyor. Şu an iyi olan anların biraz sonra sana acı ve hüzün vereceğinden korkmak. Güzel düşlerini tekrar başka biriyle kurmak. Bundan korkmak.

İlk günden beri sürekli gelecek ile ilgili hayaller kurarken aslında her sonda en başta kaybettiğini öğrenmek ve bundan asla ders almamak. Her defasında aynı yerden başlayıp, birgün o dinginliğe ulaşabilir miyim diye düşünmek. Bir ağaç gölgesinde oturmak. Eskiye ait herşeyi yeniden yaşamak. Güzel şeylere hakettiği değeri vermek. Bunları yaşamış olmaktan mutlu olmak. Bir kez olsun o duygulara kapılabildiğin, bunu içinde hissettiğin için mutlu olmak. Yaşanılan zamana yer açıp hepsini geride bırak.

Sonra ağacın gölgesinden ayrılıp çimenlerle kaplı tepeden tatlı rüzgar ve içini ısıtan güneş eşliğinde aşağı inip toprak yoldan evine gitmek, onun yanına..

Yaşam, ölümden sonra

"Ölümden sonrası, hiçbirşey, hatta ölümün kendisi bile hiçbirşey." sözünü çok seviyorum. Aslında ölümün benim için hiç anlamı olmamıştı. İlk kez öldüğümde 5 yaşındaydım. Ölümden ilk kez şans eseri kurtulduğumda ise 6. İlk kez ne zaman ölmek istediğimi hatırlamıyorum. İlk kez ne zaman denemeye çalıştığımı ise hatırlamak bile istemiyorum.

"Ya benimsin ya da ölüsün!" derken.. Hala yaşıyorum değil mi. Her nefeste kendi bileğime bir çizik daha atıyorum zaten. Başka birine ne gerek var.

Live 4 it! Haftanın Klibi


Live 4 it! Haftanın Klibi çok sevdiğim bir insandan gelen çok güzel bir şarkı ile sizlerle birlikte. Hooverphonic - Mad about you. Doğru zaman diye birşey varsa evet tam da böyle birşey olmalı. Her zaman doğru şeyler söyleyen insanlar olur ya gerçekten. Ama işte yolladığı şarkıda dediği gibi biraz aklın yoldan çıkması şeklinde sevmek. Hiç yoluna girmediği bir ben. Beni anladığını biliyorum. Geçmişteki tüm konuşmalarımız için teşekkürler.

Hayatında sevdiğin bir insan için nelerden vazgeçebilirsin? İçindeki o aşk için dışarıda neleri gözden çıkarabilirsin? Arkadaşlar, iş, okul, hatta ailen.. Daha da fazlası, başka bir aşk.. Hiçbirşeyden korkmadan, karşına çıkabilecek herşeyi göze alarak.. Her cümlenin sonunda bitişi gösteren bir nokta yerine belirsizliği ortaya koyan birkaç noktalı kaç tane cümleyi tamamlayabilirsin? Soru işaretlerinin içinde boğulan kaç cümleye "evet!" diyebilirsin? Evet. Seni dinliyorum...

Herşeyden çok sevdiğin insanı bulduğunda kendini kaybetmek nasıl birşey? Kendini kaybetmeden de herşeyinle sevebilir misin? Kendini teslim etmek nasıl birşey başka bir insana? Savaşmıyoruz ki teslim olalım. Sevişmiyoruz ki kendimizi kaybedelim. Ama seni düşünürken herşeyi unutuyorum, mantığımı kaybediyorum, kalbimin her saniye daha da artan atışları beynimin içinde, senin olmadığın düşünce balonlarını patlatıyor. Mantığını tamamen yitiriyorsun ve sonrasında aşk..

Herşeyiyle sana gelmiş birini kaybetmek. Sana gerçek nefretini bile çekinmeden göstermiş birini. Öyle ki, ilk gününden itibaren onu tanıyanların bile bir an için tanıyamaz hale geldikleri. "Mad about you.." evet inanıyorum.

Arkadaşlarına anlatırken onların mantıklı tavsiyelerinin hiçbiri bu yapılanları desteklemeyecektir. Hissettiğin acı, aşk, mutluluk, heyecan, sorumluluk.. hepsini paylaşıyorsun şarkıda yaptığı gibi gözünü karartırsan. Onların hisleri yerine sevdiğin insanın hislerine önem verdiğinde yaşayabileceğin anlar asla bir arkadaşla yaşabileceğin kadar derin olmuyor. Olmuyor çünkü asla bir arkadaş hakkında onun için deliriyorum diyemezsin. Düşündüklerimin doğru olup olmadığını önemsemektense anın değerine baksan. Böylesine bir yoğunluk içinde belki de bir hayal dünyasında yaşıyorsun. Kendini böyle hapsediyorsun ve birgün birileri kapıyı kırıp seni kurtarıyor. Kurtarmak. Kurtulmak isteyen var mı diye sormadan..

Arkadaşlarından vazgeçmek. Onların da önüne koymak sevdiğin insanı. Dışarıdan bakınca ne kadar da mantıksız değil mi? Ama gerçekten buradaki gibi bir evin içindeyken aklınızdan dahi geçmez. O eve girip kapıyı kapatmaktan asla korkmadım ki. İçeriye hiç güneş ışığı bile girmeyen bir yer. Seni korumak için herşeyi göze almış. Sadece ikiniz için bir dünya yaratmış, tanrı rolüne hiç utanmadan bürünerek. Utanmak mı? Korkmak mı? Asla! İçeri girmeye korkmaktan çok, bu evi asla bulamamak daha korkutucu birşey.

Gerçekten seni seven dostların kapının önünde beklerler çıkmanı. Ama bilmiyorum içeride ya kötü haldeyse diye kırıp da girebilir aslında. Gerçekten istersen asla açılamaz o kapı ama gerçek bir dost da ne kapısı olursa olsun kırar. Karmaşık bir durum aslında. Nasıl olacağını hep zaman gösterir.

Sana bu dünyayı kurmuş bir insan için o eve girmek.. Deli olmak lazım aslında. Ama "ben senin için deliriyorum" diyen bir insana o kadar mantıksız gelmiyor.

Beni Benden Alanlar No.3

Halısaha maçlarında kazanılan korneri kaleye şut olarak kullanmak benim gözümde dünyanın en bencilce hareketidir. Sebeplerini saymak istemiyorum. Bu konu açıldığında bile tansiyonum yükseliyor. Hayır bi de doğru düzgün kullanabilse.. Tamam sustum.

Ne zaman böyle okul çıkışı, kantin veya fotokopi sırasında bekleyen öğrenciler görsem, aklıma "another brick in the wall" gelir. "We don't need nooo eecuukeyşııın" diyesim gelir. Yazık hepimize ha.

Çayın sıcaklığından eser kalmadığı ve bardağın dibinde kaldığı şeker dolu haline bayılıyorum. Soğuk ve şekerli ama bir o kadar da sınırlı hali içerken aldığım zevki yiyor bitiriyor. Fuck me! Fuck you! gibi bir durum. Bidonlar dolusu öyle çay olsa o kadar tatlı olmaz sanırım. Bidonlar dolusu soğuk ve şekerli çay.. "Lan acaba nasıl olurdu?" demiyor da değilim hani.

Mesela şunlara şahit olunuyordur. "Lan işte senin ... (boşluklara sevdicek veya akrabalardan biri gelir.) böyle böyle.." diye konuşulan cümlede binbir küfür es geçilerek sen nasıl benim ...'ma (yine biraz önceki insanlardan biri veya birkaçı) "lan" dersin diyerek birbirine girerler. "Lan, "lan" dese noolur demese noolur?" diyesim geliyor. Cümlede geçen diğer küfürlerle orta halli bir insan cehenneme gider herhalde onun günahının altından kalkılmaz (tamamen varsayım üzerinden konuşuyorum. Cennet - cehennem üzerine düşüncelerim hakkında sonra konuşuruz.) ama sen "lan"a takmışsın. Bu bence araştırılacak üstüne tez yapılsa gişe rekorları kırabilecek bir durum.

Hindistan cevizli eti puf ve elmalı soda o kadar güzel ki dedi bir arkadaşım ve ben bu tadı asla bilemeyeceğim için içimde burkulmalar olmadı değil. Bir başkası için en güzel olan bir tat nasıl olur da benim nefretimle karşı karşıyadır. Nasıl olur böyle birşey? Yani şu sevdiği şey dışında o kadar ortak noktamız var bu nedir? Düşündükçe saçlarım ağaracak gibi hissediyorum. Düşünmüyorum o korkudan.

Haftanın en az 2,5 en çok 5 günü kapıda kalıyorum anahtarımı unuttuğum için. "Ben ne zaman adam olucam?" diye de düşünüyorum.

Normal zamanda aklımın ucundan bile geçmeyen, yerinde olup olmadığını ancak bakıp, görerek teyit edebileceğim ayak serçe parmağım, ne zaman bir sandalyeye, bir köşeye, bir kapıya çarpsa veya birşeyin altında kalsa, sanki o farkında olunmadığı zamanların acısını çıkarırcasına acıyor. Allahım bu ne acıdır! "Günlük hayatta daha fazla önem versem daha mı az acır?" diye bir fikir teyakkuzum var. Tam teşeküllü hem de. "Doktor, psikolog, filozof ve bir kısım biliminsanlarından oluşan bir komiteyle ortak çalışma mı yapsam?" demiyorum değil.

Hayatımda çok ilginç yerlere gittim, çok ilginç şeyler gördüm ve yaşadım fakat bunların arasında umut (diye bir arkadaşım var, çok severim kendisini) ile İzmir'de yarış sırasında taa Pınarbaşı pistinden taa ismini hatırlayamadığım bir yerdeki bir televizyon, ketıl, vs. tamircisine gittiğimiz günü unutamıyorum. "Yahu ne işimiz vardı orda? Neden biz? Aklımızı mı yitirmiştik? Yahu biz buraya gittik ya yuh olsun bize! İstanbul'un dışında toplu taşıma yalan!" dediğimiz birgündü. Allahım ne garipti yahu. Umut olmasa çekilmezdi. Ben olmasam o da çekemezdi gerçi. Yahu bizimkisi çekilcek dert değildi aslında. Bi de şehrin içinde nereye gideceğini bilmemek, 50m'lik bir kablo, kumru sandviç, Kordon,.. gibi olaylardan bahsetmiyorum bile. Bu yıl yarış Ankara'da olsa ne kadar mutlu olacağımın bir sınırı yok.

Live 4 it! Haftanın Klibi


Live 4 it! Haftanın Klibi'nde bu hafta Yasemin Mori - Aslında bir konu var ile bizlerle birlikte. Birilerinin bize çok şey yaptığı bir hayat.

Aslında bir konu olur hakkında konuşamayız. Anlattıklarımız onun tepkisizliğinde dağılır. Ben neden hep suskun kalırım sevdiğim insanın yanında. Neden çoçuğum ben hala? Neden büyüyemiyorum? Neden hep mutsuzum ben? Neden bunları derinden hissediyorum? Herşeyi neden en ufak parçasına kadar düşünüyorum? Neden bekleyemiyorum? Benim gerçekten bir cevabım yok.. Olsa da tatmin etmez ki. Neden? Ve neden?...

Birileri vardı. Hep sarhoştu. Birileri sürekli acı çektirirdi. Birileri ise sadece zevk verirdi. Birileri sadece gündüzdü. Birileri ise sadece gece. Birileri hep tepkisizken birileri herşeye tepkili. Birileri hemen yanıbaşında uyurken aslında o kadar uzaktı ki. Birileri asla terketmedi. Birileri sürekli terketti. Birileri ikisinden birini bile yapamadı. Birileri sürekli pişmandı. Birileri o kadar pervasızdı. Birileri sadece sevdi birileri ise sadece nefret etti. Birileri neden diye asla sormazdı. Birileri sadece gülerdi. Birileri sürekli ağlardı. Birileri asla yüzünü bile dönmedi. Birileri asla arkasını dönmedi. Birileri tüm çığlaklığıyla ortadayken birileri de en derin okyanus dipleri kadar karanlık, sisli dağ zirveleri gibi görünmezdi. Birileri birilerinin birlikte olmasından nefret ederdi, mutlu olurdu. Birileri başka birilerine rağmendi.

Ama Birisi var ki tüm nedenlerine bağlı. Birisi var ki birilerinin hepsinden farklı. Birilerinden uzakta ama aslında tam da içimde. Bana olan nedenlerine nasıl diye düzgün bir cevabı bile veremediğim. Beni bırakıp gitmeyeceğini neden diye sorgulamadığım. İstediğim zaman dokunamadığım, konuşurken gözlerindeki ışıltıyı ya da siniri, korkuyu, üzüntüyü göremediğim. Karşısında durup gözlerinin içine bakamadığımdan değil birilerini ayırmaktan çekinmeyen mesafeler yüzünden. İstediğim zaman yanına gidip öpemediğin aynı şeyleri onun da yapamamasına rağmen büyüyen bir aşk. O birisi sanki ben ama sanki benim hiç olmadığım. Ama o birisi var ve bu herşeye değer...

Heryerde birileri vardı. Birileri hala var. Burası her sokağında birilerinin yaşadığı bir yer. Dudaklarda kalan tatların başkalarına da geçtiği. Yazı-tura attığında ikisinin de doğru cevap olamayacağı hayat.

Çevrende seni bir tarafından çekenler. Sana tutunanları tutup çekmeye çalışan başkaları. Kurtarmak istercesine tüm gücüyle tutup koparmaktan korkmadan. Sevdiğini kurtarmak için. Birbirimizin duygularını öldürüp katil olduğumuz yerler, zamanlar. Tekrar eden aynı şarkılar gibi.. Birileri hep birşeylerle ve birileriyle meşgul.

Aslında bir konu var evet. Sevmek ve sevişmek arasındakine benzer. Tamamen ayrı bir konu belki de. Ama var o konu. Apaçık ya da kapkapalı..

Kalabalık Etmek


Çevrende insanlar vardır. Arkadaşların, dostların, tanımak istediklerin, sana ulaşmak isteyenler, senin peşinden koştukların, gidiş dönüşte aynı otobüsü paylaşmaktan aynı yatağı paylaşmaya kadar yelpazesi çok geniş bir paylaşım vardır aramızda ve aralarında. Yalnız hissetmek böyle bir durumda mümkün değildir gibi gelir. Aslında mümkünden daha da fazla bir olasılıkla hemen yanıbaşınızdadır. Yalnız hissetmek.. Hemen yanıbaşındaki kalabalığa veya dokunmanın seni mutlu ettiği tene rağmen. Güvenemezsin. Güvenilmezsin. Yaptığın hiçbirşey hem de. Belki de. Yalnızlık... Sessizce öyle oturmak.. Sigaranın cılız ışığından daha da cılız bir umut ışığı bile olmadan.. Sonraki nefesin sanki gereksiz. Sessiz, sakin, boş, karanlık, dumanlı, battaniyeye sarılı bir gece...

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! Haftanın Klibi Amy Macdonald - This is the Life. Bazen zaman gelir evden başka nerede olursa olsun diye kendini dışarı atarsın geceyi yaşamak için. Kimlerle nerede ve nasıl karşılaşacağını bilmeden, gelecek zaman kiplerinin olmadığı sadece şimdiki zamanın -yor'ucu ama zevk veren ekleri ve -mış'lı, -dı'lı geçmiş zaman olur ki maceraları ve acılarının olduğu bir zaman aralığıdır burası. Geleceğe dair tek düşünce o gece içindir. Sadece sevişmek için kurulan gelecekten bahseden cümleler. Eğlenceli, kalp kırıcı, yorucu, pervasız, duygusal,.. herşeyin içinde olduğu zamanlar. Kolundan tutulup karanlığın içine çekilmenin korkutmadığı zamanlar. Hayatta olmak böyle birşey dediğin. Hayat aslında bu. Tabii ki bir kısmı. Gündüzleri saymazsak.

Kıyafetlerdeki içki ve sigara kokusunun, vücudundan gelen hoş parfüm kokusuyla karıştığı, kıyafetlerin etrafa saçıldığı, dağılmış saçların, düşüncesizce yaşamanın, şişenin dibinden de ötesini görmenin, otobüs durağında öpüşürken insanların bakışlarına aldırmamanın, nerde olursa olsun hiçbirşeye aldırmamanın, sen'lerin ve ben'lerin sürekli değiştiği, sevgili'den çok seninki'nin kullanıldığı zamanlar.. Hayat bu. Bu sensin, benim. Uyunabilecek en güzel yerin başka bir insanın yanı olduğu bir hayat. Bir sonraki hafta yine aynı yerde karşılaştığında "hayat bu.." dediğin birşey..

Undeleted Scene

Hayatım boyunca tattığım en güzel şarap, onun dudaklarından gelen içine aşk ve vişne tadı karışmış olandı. Bir insanda gördüğüm en güzel şey, yüzünde mutluluğun verdiği gülümseme ve gözlerindeki ışıltıydı. En güzel koku, yağmurdan ıslanmış saçlarını kurularken sağa sola savrulan, her yaklaştığımda başka bir dünyanın içindeymişim gibi kaybolduğum saçlarındaydı. Yüzündeki, o gülümsemeyle elindeki şarabı yudumlayan, dudaklarındaki vişne tadıyla sevdiğim kadın hemen yanıbaşımdaydı. Dokunuşuyla, görüntüsüyle, kokusuyla, hissettirdikleriyle herşeyiyle kalbimi okşuyordu. Bana korkusuzca kendimi gösteriyordu. Kimsede tadamadığım bu hisle herşeyden, herkesten farklıydı. Silinmeyen bir sahneydi bu. Sevgiye kendimi çok kaptırmama ne denirse densin "insanın gözünde tanrı hayatta korktuğu ve saygı duyduğu şeylerin kişiliklerinin toplamıdır" sözünü bi kenara yazdığımı gördüğünde dediği gibi ben garip bir insandım. Şimdi ne mesafe ne zorluk hepsini görmezden gelip sadece o sahneleri tekrar yaşayabilmek için beklerken aslında en çok beklediğim şey bir sabah uyanıp herşeye tamamen inandığı an. O an geldiğinde ben de orda olmak için neler veririm bilemezsin.

Deleted Scenes


Uzun zaman önceydi. Kapının açılışından bile birşeyleri olması gerektiği gibi olmadığı belliydi. Hissetmiştim sanki. Karanlığı yaran merdiven ışığıyla beraber gölgem kocaman görünüyordu. İçerisi soğuk ve garip bir şekilde karanlıktı. Nesi garip olabilirdi ki? Ama garipti işte. "Lütfen ışığı yakma.." bu garip karanlığın içinden gelen ağlamayı yeni bitirmiş, boğazındaki düğümün henüz çözülemediği anlatan bir ses geldi. Kapının kapanmasıyla tekrar karanlık heryere egemen oldu. Ona karşı koyan tekşey sigaranın ucunda her nefeste biraz olsun parıldamaya çalışan küllerdi. Fazlasıyla ıslanmış üstümü çıkarırken bunlar bittikten sonra yüzleşmemiz gereken şeylerin ne olabileceğini düşünüyordum. Geçtiğimiz birkaç günü düşündüm. Bir saniye bile sürmedi belki ama yıllarca düşünsem bulamazdım aklıma gelenleri. Yanına doğru ilerlerken, cezasının açıklanacağı anı bekleyen bir mahkum gibi bir bekleyişte olduğumu hissettim. Sorun neydi? Ne olacaktı?.. Karşısında durup bir sigara yakıp oturdum. Kadehinin yarısına kadar içtiği şarabı uzatıp al bak bizim içindi bu son kadeh. Konuşmamız gerek..

Red Blooded Blog


Live 4 it! oturulup yeniden düzenlendi. Sadece daha fazla okura ulaşıp yazarının zihinsel masturbasyonuna yardımcı olsun diye. Daha önceki görünüm değişikliğinde olduğu gibi bu değişim sonrasında da İsviçreli bilimadamlarına, Norveçli balıkçılara, Slovak mankenlere ve İtalyan mafyasına sorduk ve aldığımız yanıtlar olumluydu. Hatta daha da ileri gidip normal, sıradan vatandaş statüsünde oynayan, yolda görsen halktan biri diyeceğin 100 kişiye de sorduk ve en popüler cevabı sizler için araştırdık. Olumlu üstüne olumlu yanıtlardan sonra artık gün bugündür. Live 4 it! yayına giriyor..

Bye..

Havaalanı otoparkında uzun süren aramalarım sonuç vermiş ve sonunda arabamı bulabilmiştim. İçeri oturduğumda yaktığım sigaranın ilk nefesinden sonra verilen üç beş saniyelik dumanın ardında gelen ilk nefeste ben değişmiştim. Başka zaman olsa o otoparkta sevgilimin arkasından gözyaşı dökerdim. Tıpkı bir önceki gece bana kızdığı gibi kızardı. Biliyorum. Fakat şimdi. Şimdi daha farklı sevmeyi öğreniyorum. Hergün daha farklı. Live 4 it! yenilenip sizlerle beraber olacak..

Vefakar Live 4 it! okuruma sevgilerle..

Hatta hepsinden sonra

Seni seviyorum demenin en tatlı hali karşına çıkar..

Bazen de..

Bazı günler de güzel geçer. Önemli kararlar alırsın, bunları uygularsın, mutlu olursun, aşık olursun, atlarsın zıplarsın, içersin, eğlenirsin, sevişirsin, yataktan kalkmak cennetten dünyaya inmek gibi olduğundan istemezsin meleğinin yanından ayrılmayı, herşeyi oluruna ve zamana bırakabilecek kadar rahat olursun. Yüksek sesle şarkılar söyleyip iğrenç sesine (kendi sesime laf söylüyorum, biliyorum ki bunu okuyanlar arasında güzel sesli birçok insan vardır.) rağmen mutlu olursun. Dışarı çıkarsın, içerde kalıp yağmuru izlersin elinde sıcak birşeylerle, kitap okursun, blog okursun, arkadaşlarla geçirmek için güzel günler planlarsın, geleceğini planlarsın iş için, okul için. Beraber gezilebilecek yerlerin listesini çıkarır nerden başlayacağına karar vermediğin için bunalıma bile girersin ;p ( şaka tabii ki :) ).

Yani anlatmaya çalıştığım mutluluk güzel şey. Kendi gözümden bikaç maddesini yazdım. Bir de özlü söz yerine bu kez de bir şaşıbakşaşır ile bitireyim. İki Resim arasındaki milyonlarca farkı bulun. (Fark yok diyene, benden yana düşünene bonibon var! ;p) Büyükada'ya da bir eroy dikilsin.


Yağmur da yağıyor seller de akıyor..

Bazı günler vardır böyle önceki geceden gelen mutluluk, umut, ..vs gibi şeylerle başlar. Sonra hayal dünyasından bir uyanış başlar. Herşey gittikçe daha gerçekçi bir hal alır. Gerçek kötüdür demiyorum ama "gerçek acıdır" gibi bir tabirin de bulunduğu dünyamızda kurulan hayallerin ardında üstü örtülen, o hayallerin tadı kıvamında pamuk şekerlerin ardında unutlan gerçekler mutluluk bulutun sert rüzgarlarla, şekerlerin de kasvetli yağmurun altında erimesiyle açığa çıkar ki dün çok rüzgarlı ve yağmurlu bir gündü. Birşeyler var ortada iyi, kötü öyle birşey gibi işte..

Hatta okulda hiçbiryerde bir Eray Bozkurt' un izine rastlanamadı. Hiç yokmuşum gibi. Ama bu görmezlikten gelinişim ilk defa olmuyordu zaten.. Bu tür şeyler komik geliyor. Anlatacak anılarım oluyor misali. "Ya, işte bigün okula gittim bi baktım beni silmişler.. Sanki sevgilim benden ayrılmış da bana söylemeyi unutmuş.. gibi" Bir bakmışın, ben yokmuşum diye bir şarkı vardı eğer zihnim beni yamultmuyorsa oturup dinlemesem de varlığını biliyorum sanki.. o buraya güzel olurdu. Telefonum çalsa da kurtulsam diyorum o da Ytü gibi beni unutmuş sanki..

Bugün, hayatımda daha önce içine hiç bu kadar girmediğim bir mücadele başlıyor. Çocukluk etmek için çok geç. Bir değişiklik olmazsa, 7-8 Kasım'da Antalya'dayım. İlginç bir başlangıç olacak. Ama bunların da ötesinde. Herşey öylece gözümün önünde yıkılıyor gibi, hayaller, dakikalar içinde gelişen uzun zaman öncesinden beri varolan aşk.. Hayatta her zaman bunlara yer var değil mi? Bu şarkıyı dinlerken yazmak daha güzel oluyor. Okuması da daha iyi olabilir.

10'ar dakika aralıkla 5 ağrı kesici içip tüm bunların yarattığı sıkıntıların verdiği fani acılardan -ki migren diyebiliriz ama tıp bilgim zayıftır yalan söylemiş olmayayım- kurtulmaya çalıştım. Ama geçmedi bir türlü. Yani hadi ilaçlar geçirmese bile çoktan bir komaya girip "welcome to real world eroy!" diye uyanmaya yaklaşabilirdim. Bu da olmadı, zaten bir güç var. Birşey için hala bunun olmasına izin vermiyor. Ya dünyayı kurtarıcam ya da çekilecek çilem varmış gibi bir durum. Neyse, intihara meyilli ergen profili çizmiş olsam da bunlarla alakası yok inanın. Ama hayatla ilgili yeni ilginç fikirler edindim, okumakta ve araştırmakta fayda var.

Herşeye kendimi kapatıp, bunca zorluktan kaçmayı çok isterdim ama önümüzdeki maceralarda çok daha fazlası olacak bunun için yaşamaya değer.. Her zaman olduğu gibi.. Amaçsızca yaşamayı kendinize amaç edinin gibi tırt bir sözle bitirmektense daha iyisini yapayım. Flashback;

Bu yıl ilk defa girdiğim derste, uzun zamandır derslerden alakam kesildiğinden ve artık içerisinde şöyle bir proje olur, böyle kazandırır, yok bi de dünyayı ele geçiririz gibi şeyler geçmedikçe ilgimi çekmediğinden zor geliyor. Dinlemiyorum pek zaten. Kimim lan ben? Niye okula geliyorum? ;p Zaten sevmediğim İtü'de zaten sevmediğim Gümüşsuyu'nda; çok sevdiğim, aşık olduğum Ytü'nün ihanetiyle karşı karşıya geldiğim günün öğleden sonrasıydı. Ders ingilizceydi ve ilgisizliğimi birkat daha arttırmıştı. Çünkü bana göre bir ders ingilizce olacaksa o ders en azından kuantum fiziği olmalı ya da parçacık fiziğine giriş filan işte. Ölçü aletleri ile ilgili şıdır bıdır.. diye giderken gördüğüm 25 derecedeki bir sıcaklığı 24 derece ölçen aleti hatası.. şöyledir böyledir. 25 dereceyi 24 derece ölçen alete hatalı diyoruz ama onun gerçekten 25 derece olduğuna nasıl emin olabiliyoruz ki? Sonuçta onu ölçenin de bir hatası var. Hatalı bir değeri hatalı ölçüyor diye neden bu yaygara? Mutlak değerden nasıl emin olabiliyoruz ki? Mutlak hata nedir? Aha! süper dersin gerisini de dinlemezken bana meşgale çıktı :) Ders arasına kadar beni götürür bu.. "Where is my mind?" demek istiyor insan..

Sevdiğim şarkı çalıyor..

Kendi kendimi teslim ettiğimin farkındaydım. "Kalbimi kırma duracak birgün nasılsa.." sözünün geçtiği şarkının tekrarlandığı saatlerin ardındandı. Kırılabilen birşey olması kalbin, yumuşak kalpli olmayan insanlara özgü birşey sanırım. Sert cisimler kırılırdı yanlış hatırlamıyorsam. İçim de sıkılıyordu zaten. Bitmek bilmeyen bir listeyi bitmekten başka bir işe yaramayan zaman kavramının birkaç parçası içerisinde bitirmek de gerekti. Hani ne desem bilemiyorum. Böyle sıkılmakla sıkılmamak arasında ama düşünürken de ne kadar güzel birşey olduğunu kırılmak üzere olan kalbim de durmak bilmeden atıyordu. Kırılmasının sebebi bu heyecan olacaktı da haberi yoktu. Kahve ve sigara bu zamanlar için vardı ve bu gibi zamanları az buz yaşamamıştım. Sıradan değil ama sık tekrarlanmasından korkulan zamanlar. Biliyorla bilmiyor arası birşey ama düzeltmekle düzeltememek arasında. Sevdiğim şarkı çalıyor derken benim sevdiğim şarkı oluyordu. Kafaları çekip muhabbet edelim demek için bile uzaktı..

Geceyarısı Ekspresi

Tek istediğim sigaranın yanında bir fincan kahveydi ve huyum kurusun ki o fincanları çok severim ve bir başka huyum daha kurusun ki kafama koydum mu illa ki yapmak isterim ve kaderin cilvesi ki fincan onca tabak yığının tam da merkezinde, kurumasını dilediğim huylarımın dürtmesiyle almaya çalıştığım fincanı, tabakların arasından alırken diğer tabak, çanak,.. gibi mutfak eşyalarının hepsinin birden "who let the dogs out? who? who?" şeklinde yerlere saçılmasına ne gerek vardı. Ne gerek vardı onca şangırtı, patırtı, kabumm, abovv,.. gibi gecenin bir yarısı hiç de hoş olmayan hatta günün herhangi bir anında hatta ve hatta hayatın herhangi bir döneminde hoş karşılanmayacak seslere? Neden ben ha? Neden ben?

Eskiden böyle gençken zile basıp kaçardık şu anla bir alakası yok ama aklıma geldi işte..

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! Haftanın Klibi'nde bu hafta Linkinpark - Breaking the Habbit bizlerle. Eskiye dair ne varsa plastik torbalara doldurulup atılan zamanlar için ideal şarkılardan biri. Herşeyi raflardan, saklanmış köşelerden indirip, sağa sola saçılan zamanlardan birinde bizlerle. Eski alışkanlıklardan vazgeçip yenilerinin kölesi olmak için ideal bir zaman. Burn baby burn!.. Eskilerden güzel bir vecize veyahut deyim, söz öbeği misali.

Hatırlıyor musun? Sorusunun cevabında ne kadar gülebiliyorsan bir o kadar da üzülebilmek olması iki tarafında ne kadar birbirinden uzak ve farklı oluşu kafamı karşıtırsa da zaten aklımın ne zaman selim bir halde olduğunu hatırlamak bir hayli zor. 140 farklı şeyle uğraşırken neyi neden yaptığını, nasıl yaptığını iyice karıştırıyor insan. Haklı, haksız, doğru, yanlış, boş, yararlı, güzel, içten, üstünkörü,... ben neden evden çıkıyordum ki?

Bunun farkına varmak için dışarıdan bir gözle bakmak gerek zira içindeyken anlamak zor oluyor bir anda gökten ışık huzmesinin üstünüze doğması misali bir sahneye ihtiyacınız var. Saatlerce birşeyin üstünde birbirimizi yediğimiz birgündü. Sonra neden biz bu durumdayız, ne yapmaya çalışırken, neyi yapamıyoruz? gibi soruların içerisinde boğulurken. Şeytan ayrıntıda gizlidir felsefesinin en derinlerinde nefesimiz yetinceye kadar dalıp boğulmadan dışarı çıkmaya çalışmak gibi. Basit güzeldir aslında. Fazla düşünmeden olmalı, düşündükçe olasılıklar, etkiler, doğrular, yanlışlar,.. ben ne diyordum yahu? Basitçe devam etmeyi, düşünmeyi nasıl unuttum ki ben? Alışkanlıklarımı değiştirmem gerek. Aslında tam da değiştirmenin eşiğindeydim. Ama o kadar dalmışım ki yine ne yaptığımı unutmuşum.

Biraz fazla açık sözlüyüm farkındayım. Ne kaldı ki bilmediğiniz hakkımda. Neden? Sorusunun cevaplarını verebileceğim birçok şeyden sonra şimdi yeni sorular ve yeni cevaplar. Neyi neden yapmam gerektiğinin farkındayım aslında. Neden yazdığımın, neden geceler boyu uykusuz kalmayı, amaçsızca koşturmayı, tükenmeyi, tüketmeyi, farkındayım. Kafam karışık ama hala içine gireceğim savaşları ben seçiyorum. Tekrar soluklandıktan sonra hiç bitmeyen döngüye gireceğimi biliyorum. Başka bir seçeneğim yok. Alışkanlıklarımı değiştirsem de sahibi hep aynı kalıyor. Bu nasıl yaşadığına bağlı aslında. Birgün hepsi bitecek. Ben de.

Bu akşam bittiğinde yeniden sizlerle birlikte olmaya devam edecek.. Haftaya tekrar görüşmek üzere..

Live 4 it! Haftanın Klibi



Bu hafta Live 4 it! Haftanın Klibi'nde Moby - Extreme Ways ile bizlerle. Normal yoldan gitmeyi sevmeyen insanı kendime hep yakın hissederim zaten. Bourne serisinde film sonunda çalıp kalbimizi fethederken, eve dönüp dinlendiğinde uzun düşüncelere kapılmak istendiğinde arka fonun vazgeçilmez müziklerinden birisi.

Farklı birşeyler yapmaya çalışıyorum. Uzun zamandır buna çabalıyorum. Gerçi çabalamak gibi yoğun bir içerik değil belki ama birşeyler var. Çok şey var. Duygusal açıdan çökmüş, herşeyden ümidini kesmiş olarak geçirdiğim gün, gece, hafta sayısı bir hayli fazla. Hata yaptığımı, daha doğrusu hatalar yaptığımı bilip, bunları kabullenince, hah tamam bak bunu ben yanlış yapmışım dediğimde tamam eroy işte buydu artık herşeyi geri alıp kaldığı yerden devam edebilirsin, sana mutluluklar dileriz gibi birşey olmadı hiç. Eroy Harikalar Diyarında diye bir masal olsaydı ancak onun içinde geçebilecek cümleler. Kahramanın ismi aynı ama oynayan oyuncunun değiştiği bir masal.

Değişmek isteyip de herşeyi tamamen farklı kılmaya çalışırken birçok şeyi artık görmezden gelmeliyim derken artık herşeyi görmezden gelmeye başlarken, hatta artık bir körden farksız olup hiçbirşeyi görememek. Hata yapmanın sıradanlaştığı ve doğru birşeyin kar fırtınasının arasında doğan güneş gibi biraz umut vermesi ama bilmeyen şey o güneşin daha çok kar topladığıydı. Her kar tanesinin kocaman buluttan koparak parça parça yere düşmesi gibi giderek azalıyordum. Bulut hiç bitmezken, ben bitiyordum işte. Her kar tanesi farklıyken, benim kopan her tanem neredeyse birbirinin aynısıydı. Yere düşen her tane sonra tekrar buluta geri dönüp tekrar tekrar kopuyordu. Bende de durum farklı değildi aslında.

Gittiğim yolu değiştirme zamanı değiştirme zamanı gelmişti. Biraz olsun uzaklara gidip gelmek iyi olacaktı. Masaldaki gibi arkada küçük küçük birşeyler bırakarak yollar katederken, kuşlar o taneleri yiyip, geldiğim yolu bana unuttururken günler de geçiyordu. Bunun için miydi peki. Geride bıraktığım parçaları bir daha bulamayacağımı biliyordum, bilmemezlikten geldim, gelmek istedim, ya da isteğimin dışında oldu.

Biliyorum ki bunların hiç birinden birşey çıkarılabilir gibi değil. Rengarenk bir dünya, kar fırtınasında griye dönüşmüşken, belki de kar taneleri gibi değil de yağmur damlaları gibi görmek gerekir değil mi birbirinin aynısı damlalar. Bakınca kendini görüyorsun. Kopan her parça sensin. Sonrasında düşen damlaları geri toplayan bir güneş ve çocukça umut veren gökkuşağı. Renk körü olmayı seçenler için birşey değişmiyor umut için.

Ama tüm bunları yapmayı seçtikten sonra artık yolun sonundaki Harikalar Diyarı'na başlayan yolculuğun bitip bitmeyeceğini görmek için daha zaman var.

Benim ben No.4

Blogcanlısı bir insanım bu yüzden “blogfriendly” denebilir benim için. Akrabacanlısı bir insan değilim “relativefriendly” değilim yani. “Greenpepperfriendly” hiç değilim. “Coconutfriendly değilim” demek bile içimi kötü yapıyor. Arkadaşcanlısı biriyim “friendfriendly”im açıkçası. “Alcoholfriendly”de zirve yapabilirim. “Cigaretteorgasmfriendly biriyim” demek bile içimi okşuyor. “Lovefriendly” olmak kişiliğimde varolsa gerek. Kendimi kullandırmaktan çekinmediğim için veya engelleyemediğim için kullanıcı dostu yani “userfriendly”de master diplomam vardır da nereye koydum bilemiyorum. “Dağınıklıkfriendly” biriyim ama sadece kendim için geçerli gibi. Kendimi beğenmediğimden “Kendimfriendly” değilim. “Changefriendly”olduğumdan değişime hep açığım. “Comedyfriendly” oldum da mutlu muyum? Mutluyum.

“Moviefriendly”yim film izlemeyi severim. “Penguenfriendly” olduğum için hem penguen hayvanına hem de Penguen Dergisine sevgim sonsuz. İmkanım olsun evde penguen beslemeyen karafatma olsun. “Ninjafriendly”yim ama öyle giyinip sokakta dolaşanları sevmem. “Mimarifriendly” biri olarak mimariye ne kadar önem verdiğimi ben bile tam olarak anlatamam. Freddy canlısıyım bu da “Freddyfriendly” olarak tarihte yerini alsın.

Denizcanlısı bir insanım (yani şimdi anlam kargaşasına bak hele, denizcanlısı derken, bir sünger, karides veya mercan resifi değil; denizi seven insan olduğumu açıklama ihtiyacı neden hissediyorum?) “Seafriendly” diyelim. Falcanlısı olduğumdan “Falfriendly” denebilirim. Dağcanlısı (Dağ keçisi veya ayı filan değil herhalde) olarak “Mountianfriendly”yim (ama Brookeback Mountain değil kesinlikle!).

“Musicfriendly”yim herşeyi dinlerim (Fantezi arabesk olmasın kafi). “Çizgifilmfriendly” derken animelerden bahsediyorum. “Coyotefriendly” nerde bir kırkurdu dara düşse yardımına koşmak isterim (o roadrunner’ı yakalayıp ellerimle teslim edicem coyote’ye). “Hertürlüolmasadabirçoktürdekuşfriendly” gibi bir titrim var.

“Kedifriendly” olmam en büyük özelliklerimdendir. “Kissfriendly” biri olarak sevgilimle her platformda özgürce öpüşmekten yanayım. “Süperfriendly” derken ne demek istediğimi ben de tam olarak anlayamadım. Zombicanlısı biri olarak yani başka bir deyişle “zombiefriendly”. Hem aynı isimli şarkıyı hem de zombilerin dünyaya saldırmasını istiyorum ki ben de Mad Max tarzı bir dünyada yaşayayım. Dünyada büyük bir felaket olsa da ben de ne kadar “Felaketfriendly” olduğumu gösterebilsem (ama ben bu felaketten kurtulucam başka türlü kabul etmem).

İstanbul’da yaşayan bir canlı olarak İstanbulcanlısıyım “İstanbulfriendly” olsun bu da. “Vedafriendly” değilim ama burada bitmesi gerekliydi.

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! Haftanın Klibi’nden merhaba derken artık yeni bir yayın dönemini açıyoruz (sanki 36 kişi çalışıyor Live 4 it! için. Yok öyle birşey tabii ki). Önce okur kitlesini yeniden biraraya toplamak gibi bir mission impossible’a girişmek gerek. Kocaman bir yaz geçti ve geçmiş yıllara oranla hiç de blog buluşmasıfriendly bir yaz olmadı açık konuşmak gerekirse. Geçmişin zaman olur ki’nin bir tahlilini yapalım önce değil mi? Haftanın klibinde de dediği gibi yarın bekleyebilir.

David Guetta – Tomorrow can wait ile bu hafta haftanın klibi tahtına oturuyor. Her yaptığı şarkıyı sevmemin bunda bir katkısı yok değil ama verdiği mesaj da güzel. (Böyle bir şarkıdan da mesaj çıkarabilen kendimi kutluyorum. Çok kendimfriendly’im aslında.) Gece güzel şey. Zor ama güzel.

Hergün bir öncekinden farklı değilse, yarın biraz beklesin ve onu nasıl değiştirebiliriz diye bir düşünelim. Hayatta herkes bir düzene oturup yarın için endişe etmemenin hesaplarını yaparken, tüm düşünceler yarın içinken dün kaçırdığımız ve bugün kaçırıyor olduklarımızın farkında olmaktan uzağız. Biraz durup düşünmek iyidir. Zaman yavaşlar yarın beklemese bile biraz aheste gelir.

David Guetta’nın her klibinde karşımıza çıkan, büyük ihtimalle CERN’de parçacık hızlandırıcıyı yapan mühendislerce hayata getirildiğine inandığım güzelimiz burada da karşımızda. Eroy! Desin sevinçten ağlarım. İnanın ağlarım.

Sonsuzluk teoride mümkünken, yarın iki dakika geç gelsin. Ama gelicek ve haftaya yeniden Live 4 it! Haftanın Klibi’nde görüşeceğiz. Herkese iyi bir hafta diliyorum.

Live 4 it! Haftanın Klibi

Bugün 1 Eylül. İnsanları vapur, arabalı vapur gibi seyahat sırasında denizi rahat görebildikleri taşıtlarda durdukları yere göre 3'e ayıran biri olarak bunlardan 3. sü olan arka tarafta geride bırakılan izi ve de suda kayboluşunu izleyen kesimden olduğumdan mıdır nedir. Bunu da yazı tarihini geçtikten sonra yazıyorum.

Sonunda İstanbul'a kesin olarak döndüm. Geçen 3 aya yakın sürede çok şey yaşadım, çok şey gördüm, öğrendim,... vs. vs. Hiç birşey bıraktığım gibi değil. Live 4 it! bile kaybolmuş. Bir amaç için yaşamayı savunurken Live 4 it! ile birlikte hepsi kayboldu.. Dün bekliyor hala bugünü yaşarken, yarın ise hiç yok sanki. Geri gelecek hepsi. Biliyorum.

Sonbahar başladı. Ben geri geldim. Sonbaharla geri geldim. Üzmek ya da üzülmek için, kazanmak ya da herşeyi kaybetmek için, herşey ya da hiçbirşey için. Bir kez kalbin durduğunda sonraki her atışın ne kadar değerli olduğunu anlamak gibi.

Neşe, heyecan ve macera dolu olarak geri döndüm. Büyüdüm de geldim. Uzun bir yolculuk sonrasında biraz dinlenmek mi? Hadi beni dışarı çıkar.. Live 4 it! Haftanın Klibi geri döndü..

Karne Hediyesi

Diplomam önümdeki sırada duruyordu. Sigara külünü yere mi atsam yoksa cam kenarında mı içsem diye kendi içimde dalaşmam bittikten sonraydı birden flashback'lerde kaybolmam.

Beşiktaş kampüsüne ilk geldiğim günü hatırlıyorum. İlk girdiğim sınavdaki romantik komedi tadındaki süprizi, saçmalıkları, sınavları, çift lisansın daha tam olarak ne olduğunu bile bilmeden başlayışımı, bunu da yapmadım demeyeyim diye geçirdiğim günleri, karanlık ve yağmurlu sonbahar gecelerini, akşamın köründe sınavdan çıkar çıkmaz yandaki boş sınıfa kaçıp pervasızca öpüşmeleri, az kalsın sınıfta kilitli kalışımızı ya da karşı binanın bizi izleyişini.. Kahve molalarını, sigara dumanı kaplı koridorlardan önce rahatsız oluşumu sonra buna katkıda bulunuşumu, herşeyi bildiğimden değil de hiçbirşey bilmediğim için herkes çalışırken sınıfın kapısı önünde duvar önüne yayılıp penguen okuduğum günleri, konser sonrasında yarı sarhoş boş koridorlarda atlayıp zıplamayı, Davutpaşa kampüsünü, hoşlandığım kızla koridorda karşılaşmaya veya derste bir gıdım yakınına oturmaya çalışmayı, hoşlandığın birine yakınlaşmak için harcanan o çabayı ve karşındayken hissettiğin heyecan ve korkuyu, mezuniyete gitme tenezzülünde bile bulunmadan ayrılmayı, son dakikada yetiştirmeye çalıştığım ödevleri, projeleri, birlikte vakit geçirmekten hoşlandığım 2 avuç insanı ama bir türlü fırsat bulamadığım için bunların 1 avuca düşmesini.. daha anlatamadığım hepsini ama hepsini hatırladım bir anda. Lakin hepsini yazarak bitirmek istemedim. Kısa metrajlı ve bitmek bilmeyen bir film gibiydi.

25 ağustosta geçen yıl katıldığımız Hidromobil '07 yarışının yenisi Hidromobil '08 olacak. 26-31 Ağustos arasında İzmir'de yine uyumadan, sınırlarımızı zorlayacak yarış manyaklığımızın içine giricem. 1 Eylül'de tekrar İstanbul'a döneceğim okula ama bu sefer bir üst koridorda devam edecek hayat Yıldız'da ama söylemeyi unutmadan artık İtü'de de okuyorum. -Bir de yorumlara cevap yazmadığım aklımda hepsine cevap yazmak istiyorum ama fırsatım olmuyor işte. Ama gerçekten aklımda hepsine cevap yazsam içim rahatlayacak ama ben bu tedirgin ve kafam dolu halimi pek bir seviyorum. Hah şimdi kaldığım yerden devam edecek olursam..- Yani dur tam açıklayayım. Yıldız elektrik mezunuyum, ama makine okumaya devam ediyorum ve şimdi aynı zamanda İtü'de yüksek lisansa başladım. İtü Maslak Kampüs'ündeki gölette çokça görürsünüz zaten beni gölete taş atıp, etrafında oluşturduğu halkaları izlerken. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilemeye gerek yok gibi. Ben kendime güveniyorum. Neyi neden yaptığımı bilmiyorum aslında. Sinema tarihinin en iyi filmi olarak kabul ettiğim son Batman filminde yine tarihin en iyi karakteri olduğuna inandığım Joker' in de dediği gibi ben sadece arabaları kovalayan bir köpeğim, benim bir amacım yok. Yok galiba gerçekten. Vakit öldürmek mi ne.. Ben bile ölüyorum da zaman neden ölmesin diyor sanki insan bazen.

Benim ben No.3

gece saat tiktaklarından ne kadar rahatsız olsam azdır ki bu yüzden gece aklıma geldikçe gider pilini çıkarırım.

şöyle birşey var ama cep telefonunun icadından sonra saat taşımanın bir anlamı kalmadı. eskiden saati gösteren bir araçken şimdi aksesuardan başka birşey değil benim için. ilk kez saat takmamaya başladığımda ortaokul çağını yaşıyordum. ortaçağ gibi karanlık bir çağ desem yalan söylemiş olup olmayacağımı bilmiyorum gerçekten. biraz bön insan olduğumdan ya da mükemmeliyetçi diyelim. hatırlamak istemiyorum. hatırlayacağım kadarını hatırladım zaten bu paragrafı yazarken. pişmanım.

ne diyordum onu unuttum.

dur!.. dur kiiii, üç, dört!.. demek o kadar aptalca ki ama bir o kadar da komik benim için. ilk duyduğumdan bu güne hala komik. olacak o kadar gibi modası geçmedi daha. herhangi bir zorluk anında durup düşünmek gerektiğinde yeri gelir sesli yeri gelir sessiz söylerim.

yeri gelir... yeri gelir..., sözcük öbeğinde giden hiçbirşeyin olmaması o kadar neşe kaynağı ki düşünsene bi, hiç kaybolan birşey yok. bir insanın hayatının en güzel anları gibi.

ne diyecektim yine unuttum.

güzel kek yapan kıza aşık olabilirim hemen ben arkadaş! hemen hem de.. güzel kek yapan güzel kıza taparım. kek yapamayan güzel kıza da aşık olurum gerçi. o da hemen.

birgün ben de evlenicem ya o kadar merak ediyorum ki o anı. bi de daha çok gelini merak ediyorum ya neyse. lan korktum birden. düğünleri sevmem ki ben. siz gidin düğüne ben evdeyim. sonra görüşürüz. evlenmeyi de hiç istemiyorum. kim icadettiyse..

futbolcu olsaydım hiç koşmadığım için çok eleştirilen biri olurdum. ama sahaya çıkar golümü de atardım. büyük yalan aslında!..

istanbul'a döndüğümde daha önce tanıdığım herkes ile görüşmek istiyorum. 2 yılda listeyi tamamlayıp sonra temelli buralardan gidicem gibi. küba'lı biriyle evlenip ab statüsünde oynamak istiyorum.

mp3 çalarım (çalarım burda birleşik mi yazılıyor diye 10 dk. film arası verdim. bi sigara yakıp uzaklara baktım. çıkardığım sonuç ise, ben benim gibi adama nüfus cüzdanı bile vermem oldu. hayat garip tabii bulaşık deterjanlı çubuğa üflüyosun baloncuk filan çıkıyor. o kadar garip işte.) mp3 çalarımı kene ısırdı. böyle birşey işte hayat. kulaklık kablosunu ısırdı hatta. ayrıntıya girersek.

bi de ben bir yerden eve dönerken "sweet home alabama"yı dinlemezsem eve dönmüş saymam kendimi.

vietnam sendromu gibi birşey oluştu bende "edirne sendromu". kepçe, kürek, kum, beyazlı kırmızılı uyarı bandı, buğday-ayçiçek-pirinç tarlası, su borusu, köylü gördüğümde irkiliyorum. rambo'da vardı ya adam bişey yapıyo en basit birşey bile ona işkenceyi hatırlatıyor kafayı sıyırıyor gibi. metallica konseri için istanbula geldiğimde tribünden izlerken yukarı kalkan eller buğday tarlası gibi gelmişti bana kafayı yiyeyazdım. bir de blogda yazdım işte.

kendi yolumu çizmek istiyorum diye dünyanın en büyük şirketlerinden birinden rüya gibi teklifi reddettim ya ilerde çöpten kağıt toplarken o anı hep hatırlıycam.
böyle aklı sıra kendi yolunu çizip de "bişeyler yapıcam lan ben!" diye yola çıkmak. ama özlü bir sözde dendiği gibi " o yol bayır aşşaağııı.."
"hasss..." diye "der untergang" gibi tepetaklak olmak var.
lakin ne kadar kıç üstü düşersem düşeyim bu eblek gülüşüm var ya hep ağzımı yüzümü kırasım geliyo. fakat ki, en azından denedim. bir kez daha güneşe çok yakın uçtum.. gibi
fakat nihayetinde daima başka bir yol bulunabilir..

bi de dahi anlamındaki "eroy" ayrı yazılır tabii o da var. bu yazıda geçmiyor.

İyi, kötü.. öyle birşey gibi

Hep birinin bana sahip olmasını istedim ama sıkıldığımızda bir kenara attığımız oyuncaklardan biri olabileceğimi hiç düşünmemiştim. Aslında hepsini ben hesapladım demiştim ama hata payının bu kadar çok olacağını da düşünmemiştim. Aslında aşkta düşünceye yer yok derken en büyük hatayı burada yaptığımı farkedeli de çok olmuyor. Aşık olmak için görmezden geldiklerim, gördüklerimin yanında ne kadar da fazlaymış. Yakında hava kararacak. Güneş batmadan evde olabilseydim keşke.. Ama evde olabilseydim bitmeyen maceranın ortasında nasıl kalacaktım ki? "Never ending story" gibi birşey bu. Tam da böyle rüzgarda savrulur gibi hem de.

Benim Ben No.2

İstanbul da Constantinople da güzel isimler. İstanbul not Constantinople şarkısını veyahut İstanbul pas Constantinople şarkılarını Nevizade'de bir yaz veya bahar akşamı şarap, rakı ya da Türk kahvesi içerken yanında sigaranın eşlik ettiği anlarda dinlemek ne büyük keyiftir. İstanbul'a döneyim hele bir. Aşığım ben ona zaten.

Yaren eşliğinde beraber Beyoğlu'nu arşınlamayalı ne kadar çok oldu. Bir yarensiz ne kadar çok oldu. Güzel zamanlar... yahu ne kadar çok oldu.

Bir yılanı öldürüp içinden canlı haldeki kurbağa'yı kurtarmak herkesin başına gelmez hayatta herhal. Hele ki, büyük yılandan büyük kurbağayı, küçük yılandan da yavru kurbağaları kurtarmak.. National Geographic ekibinde bile benim yaptığımı yapanı bulamazsın sanırım. İndiana Jones muyum neyim.. Bir anlık "vay ben ne adamım masturbasyonu" işte..

Kotumu ve Mp3 player'ım kulaklık kablosunu kene ısırdı ne yapayım peki? "I can never die.." diye bir şarkı da yok değildi.

"Rusya'ya gidip herşeyi, herkesi geride mi bıraksam" dedim. Bilmem ki.. hala teklifi düşünmekle geçiyor geceler.. Bir atasözünde de değinildiği gibi "from russia with love.."

Aston Martin mi yoksa Maserati mi diye düşüneceğim günler de var aslında. coming soon belki.

İnsanlık tarihinin en büyük icadı kesinlikle fransız öpücüğüdür. Ben bunu her platformda savunurum arkadaş!..

Ben dersem ki "sen bilmiyorsun" sen de "ben bilmiyorum" diyorsan. Hadi beni dışarı çıkar..

Büyük büyük yağan yağmur damlaları altında uçsuz bucaksız yeşilliklere, gri bulutlara, şimşek, yıldırım ve gökgürültüsü olaylarına "singing in the rain" ile eşlik edince hayatta huzuru yakalarsın bence. Bir de sesim güzel olaydı.

Gün gelir de dünyayı ele geçirirsem eğer.. Edirne'yi haritadan sileceğim. Çok şey kattı bana, hayatımı değiştirdi tamam kabul ediyorum ama geride iz bırakmamak lazım.

39 saat yemek yemeden durabileceğimi görünce ben nasıl hala böyle yarım dünya olarak dolaşıyorum anlayamıyorum. Bir anlasam bugün New York yarın tüm dünya!..

Live 4 it! 'ten sevgilerle..

3 tane buz alayım sadece. Limonlu yoksa vişneli olsun. Bu bardak altlıklarını alıyorum ben şimdiden söyleyeyim. Koleksiyon yapıyorum. 2’şer tane alıyorum diğeri de çok sevdiğim bir arkadaşıma. Ne? (kulağa yaklaşılıp da konuşulur ikinci cümleler. ilk cümlenin sadece %34 ila % 42,35’i anlaşılır.) Grubun müziği güzel ama solistte iş yok. Benim bir arkadaşım var onun sesi çok iyi burdaki de adam mı..

Gözlerinin ucuyla bakışmalar.. herbiri biraz daha yakınlaşmak için. Hiç tanımadığın biriyle tanışmak için kaç defa bakışmak gerek ki. Bakış sayısı x Güzellik x İstek = Sabit.

Yalvardım, ağladım, dizlerine kapanamadım ama eski günlere dönmek için tek bir ekmek kırıntısı büyüklüğünde şans olmaması ne kadar üzücü. Son kez konuşmamızın üzerinden geçen zaman, tanımadığın insanlar, öpüşmeden sevişmeler, sonu gelmeyen saçmalıklar,.. geldiğim son nokta. İki ekmek kırıntısını ucuca eklediğin mesafeden fazla değil. Bulup bulmadığını bile sormaya korkuyorum. Nasıl bu kadar düşmüş olabilirim diye kuyruğunu kovalayan köpek gibi kendi etrafımda çemberler çizerken ne kadar ilerleyebilirdim ki? Harcanan kuvvet x Yol yaklaşık eşit sıfır. Yatay düzlemde hiçbir iş yapmamış oluyorum teorik olarak. Geçen zamanı da hesaba katarsak.. Dediğin gibi birbuçuk yıl olmuş. Büyükten küçüğe; aylar, haftalar, günler, saatler,.. derken yılların da artık zamanı gelmişti.

“Kafana çok takıyorsun..” diyen ismini bildiğim veya bir daha öğrenme şansım olmayacak ne kadar çok insan geçti. Filmlerdeki gökdelenlerin ardından doğup batan güneş gibi, arabaların gidiş yönüne göre sağı kırmızı, solu sarı olan ışık nehri akıp geçti. Akarken ne kadar yavaş görünse de birkez kendini akıntıya bıraktığında nasıl geçtiğini anlamadığın zaman nehri. Mitolojik çağlardan kalmış iki dize gibi. Sonra müzik hızlanır ve iyi şeylerin olacağı zamana kadar geçen zorlu olaylar bir anda akıp geçer.

Sonunda yavaş çekimde bir kahraman ortaya çıkar, yavaşça yürürken kendinden emin, korkusuz ve korkulan, hayranlık duyulan ve bunu yaratabilen.. Zavallı yaşantısından kurtulmuş.. “Welcome to my world bitch!” kaba bir söz olsa da kabul edilebilir.

Uyumayan, dinlenmeyen, pervasız kelimesini tam olarak dolduran umursamazlıkla, esas kızın peşinde koşmadan, senaryoya sadık kalıp esas kızın ona geldiği. Bikaç binyıl önce olsaydı yarı tanrı diyecekleri.

Yalnız kaldığında, sadece kendi kalp atışları ile, gözlerinin içindeki o korkusuzluğu, onlarcasının arasındayken de sergileyebilecek. “Eskide kalmıştı o zamanlar” gibi asla söyleyeceği aklına gelmeyen sözleri söyleyecek. Ama birileri bunların hesabını vermeliydi. Bunun ben olması, çok adil olmasa da kabul edilebilir.

Sevgiler eroy.

Benim Ben No.1

Böcek ne kadar büyükse, o kadar korkutucudur. Ne kadar korktucuysa, ısırdığında oluşacak olaylar aynı oranda acı vericidir.

Google Earth'ten evimi bile görebiliyorum lan! Onu bırak burda ova ortasında, hatta git dağ başına görebiliyosun buram buram Anadolu'yu. Google Earth, dünya tarihinde yapılmış buluşlar arasında kesinlikle 19. sırada yer alıyor.

Kesik yaralara kolonya döküp, dezenfekte edeyim derken ömrümden ömür gidiyor, mikrop kapıp hastalansam, ömrüm o kadar azalmaz.

Keskin şeyler, çok kesici oluyor. Pamela Spence cinsellik için "güzeller olan herşey gibi bu da artık çok fazla kurcalanmamalı" demişti. Onun bu sözünden ders alıp keskin şeyler fazla kurcalanmamalı.

Vücut sıcaklığının üstündeki bir sıcaklığı barındıran herşey sıcaktır.

80-90 derece civarları ise çok sıcaktır.

Üç haneli sıcaklıklar için artık söylenecek bir söz kaldı mı bilmiyorum.

İnsan derisi hemen yanıyor yahu. Bi gıdım mukavemet yok. Aynı şekilde hemen de kesiliyor. Saha çalışmasında olduğumdan, hergün bir yerim kesiliyor. Ben mi dikkatsizim bu kadar yoksa dünya giderek daha mı tehlikeli bir yer oluyor her geçen gün arada kaldım. Alet, edavat ve sıcak şeyler asla benim kontrolüme verilmemeli gibi sanki.

Hergün pick up kullanmaktan, iyice sanayi mahallesi insanı havasına büründüm. Arkadaki kompresörle herkese de hava atıyoruz. -Duyduğun en geyik espri mi? Evet-

Buradaki ortam, gittiğimiz yerler ve hatun kişiler ne kadar güzel olursa olsun, arkada kompresörü olan bir araçla şansın sıfır. Şimdiden söyleyeyim de.

Pamela Spence bugün evlenelim desin, sabahı beklemem.

Aynı şekilde Avril Lavigne de olur yani. Efes ponpon kızlarının bir tanesi hariç hepsinde ve daha ismini vermek istemediğim daha niceleri ;p

Güneşlenip yandıktan sonra, derin soyulur ya ne kadar garip değil mi, kendinden parçalar kopuyor, giderek parçalanıyorsun gibi. Hiç sevmediğim Teoman'ın dediği gibi paramparça.. O değil de yılan gibi deri değiştiriyosun resmen. Bunu bana ne kadar garip geliyor anlatamam.

Az önce kolonya için ne dediysem aynısı yarabandı için de geçerli. Yarabandını çıkarırken ömrümden ömür gidiyor.

Dün mesaj yazarken üzerime devrilen şemsiyeyi tek elimle tuttum, hiç bozuntuya vermeden de bi yandan yazmaya devam ettim. Etrafta ne kadar insan varsa hayranlık duydu bana, vay ne adam bakışları arasında süper kahraman muamelesi görürken, bir anda dünyanın en yüzeysel adamının hisleriyle "vay ben ne adamım!" moduna giriyorsun..

Ben Çocukken No.6

Ben çocukken video kasetçalarımız vardı. Şimdiki VCD ve DVD player'ların babası diyebileceğimiz VHS player'lar evlerin olmazsa olmazı gibiydi. Yani o zamanlar çok küçük olduğumdan gerçekten ne kadar yaygın olduğu konusunda ileri geri konuşmakta zorlanıyorum. Ama şimdiki korsan cd'cilerin yerine kaset kiraladığımız yerler var idi. Bir de hatırlayamadığım şeylerden biri de bu kasetleri neden kiralıyorduk da satın almıyorduk. Bir arşivleme hevesi yok mu idi o zamanlar yine bu da tam hatırlayamadığım şeylerin arasında yer alıyor. Kaset fiyatlarını da hatırlamıyorum ve gidip de anneme babama sormaya üşeniyorum ki zaten gidip soramam zira artık ben çocuk olmadığımdan ve çalıştığım için şehir dışında sürtmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya olmanın verdiği gariplikle sadece telefon açıp sormaya bakar ki ben çocukluktan beridir hep biraz üşengeç olmuşumdur yer yer. Burası da tam o yer yerlerden birisi. Ama yine de 9-15 arası sayıda kasedim vardı bunların çoğunluğu ninja kaplumbağalar, red kit,.. gibi çizgifilmler ve Hababam Sınıfı gibi Türk Filmlerinden ibaretti. Şimdiki gibi gepgeniş bir arşiv yapma şansımız yoktu elbette. Bir de kasetler yer kaplıyordu, bozuluyordu, vs. uzun hikaye.. değil mi?

Bir kaset kiralamak için kaset dükkanına giderken hissettiğim heyecanı nasıl anlatabilirim ki. Şu an Avril Lavigne'i görsem aynı heyecan. Gittiğimiz dükkandaki film afişleri, sıra sıra kasetler,.. herşey sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi. Benim küçücük dünyamın sınırlarının çok ötesinde bambaşka bir galaksideki bir dünya gibi..

İlk kez sinemaya gidişimi hatırlıyorum. Hayalet Avcıları 2'ye gitmiştik. Babam, ben ve dayım beraber gitmiştik. O yaştaki bir çocuk için garip bir seçim tabii ki hayalet avcıları. Trenin adamın içinden geçiş sahnesinde gözlerimi ellerimle kapatıp, parmaklarımın arasından izleme çabam da takdir edilmeli bence. Lakin izlediğim filmler arasında hiçbiri "Child's Play 1 - Çocuk Oyunu 1" kadar beni etkisi altına alamadı. İlk kez izlediğimde 10'lu yaşların henüz çok başındaydım sanırım ya da tek haneli yaşların çok sonlarında. "Caki" diye yıllarca filmin adını sayıkladım durdum. Buna sebep aslında filmi izlediğimizin ertesi günü annemin işten gelirken elinde aynı bebekle içeri girmesiydi. Aklım yerinden oynadı resmen. O yaşta çocuğa yapılır mıydı bu yahu? Yıllarca aynı odada beraber kaldık ki ben onun arada ev içerisinde dolaştığına, beni izlediğine inanıyordum. Lan aynı bebekti ya!.. Ödüm kopuyordu. Çok uzun bir süre, gerçekten fobimdi caki. Bugün de hiçbir oyuncak bebeği sevmem zaten. İnsan figürlü bebeklerden hem korkarım hem de nefret ederim. Bu ne korkudur Allahım. Ağaç yaşken eğilir diye boşuna dememişler.
Her yıl tam da okul açılacağı sıralar okul alışverişi yapardık. Yahu ne kadar da heyecan dolu, nasıl bir çocukça mutlulukla dolu bir şekilde giderdim. Alışveriş merkezinin içerisine adım attıktan sonraki her an, yeni birşey gördüğüm ve aldığım her an ayrı bir mutluluktu. Raflardakş herşey o an için dünyanın en güzel nesnesiydi. İçerisinde binbir özellik olan kalemlikler, renkli kalemler, silgiler, kalemtıraşlar,.. ne kadar çocukça yahu.. Okul başladıktan bir ay sonra çoğu kırılacak, kaybolacaktı ama yine de ilk günü yaşamak için ne büyük bir telaştı bu..
Şimdi ise, günler geceye dönüştü. Hissedilen heyecanlar olsa da sebepleri değişti. Değişti herşey, ben de, sen de, değişmeyen ne kaldı ki diye üzülmekle sevinmek birbirine karışıyor şimdi.

Diğer Ben Çocukken olan diğer olaylar için bulunmaz kaynak burada.

Live 4 it! Haftanın Klibi


Live 4 The Greatest Vol.1 Metallica - Mama Said ile açılıyor. Uzakta olmanın verdiği o dayanılmaz kendini ve hayatı sorgulama dürtüsüne uygun bir şarkı seçmek istedim.

Ciddi ciddi kız-erkek ilişkilerini sorgularken aslında ilişkilerin ne kadar temelsiz ve boş olmalarını görmekten sıkılsam da bunu değiştirmek gibi bir şansım olmadığından diğer örnekler hakkında, toplumsal tespitten bir adım öteye gidemeyen yazılı ve sözlü eserler bırakıyorum sadece geriye. Bunun sebebi de tabii ki burada bulunduğum ortamdan kaynaklanıyor. İlginç geldiği için bunlar üzerine düşünmek, bir kenarda insanları izliyorum bazen, bir yandan yanımdakilerin benim deli olduğunu sanmamaları için birkaç kelime ederken. Üzülüyorum aslında düşünürken. Çok mu fazla düşünüyorum, çok fazla romantizme kapılıyorum kendi içimde sanırım. Bunları bir kenara bırakıp tekrar normal hayat dönerken, normalden farklı şeylerle karşılaşıyorsun.

Ben küçükken, nasıl desem çok böyle bön, salak, aptal ve birçok türevi sıfatı barındıran biriyken, ha şimdi çok mu değiştim hayır ama daha duygusal zayıflığın dışında pek bir problemim yok sanırım, şimdi giderek büyümek, sonrasında bu dur durak bilmeyen büyümeye kendini kaptırmak, doğal sınırların ölüm olduğu bir hayatta doğal sınırlarına ulaşana kadar büyümek, hergün yeni bir günken, eskileri de beraberinde getirmek, eskilerin yenilere, yenilerin eskilere karışması, sürekli hata, sürekli ders almak ya da almamak belki de alamamak veya almak istememek, sonsuz bir döngüde kaybolup gitmek, bazen o döngüye dahi giremeden kaybolup gitmek.. Hepsi ayrı ayrı ve bir bütün olarak garip.. Daha sayamadığım ve saymak istemediğim belki de garipliklerin de olması var tabii..

Küçük bir çocuğa bakarken, kendinizi onun yerine koyduğunuz zamanlar olur bazen. Düşünsene, hiçbirşey bilmeden dünyaya geliyorsun, elin ayağın tutmuyor, ne yemeğini yiyebiliyor ne de tuvaletini kendi başına yapamıyor. Geldiği dünyada tamamen bağımlı bir varlık olarak doğuyorsun ama geldiğin dünya kendi etrafında birkaç kez 365 tur döndükten sonra onun hakimi belki de sen olabilirsin. Taa ki birkaç 365 tur sonra "bu dünyanın bir de öteki tarafı var" denilen zamana kadar. Ben de bilmiyorum var mı. Var diyolar inanıyorum. Bakalım sonucuna.

5 yaşımdan beri okula gidiyorum. İlkokul 3. sınıftan lise 3. sınıfa kadar aralıksız hem de aynı dershanede okuyup sonra dershane kariyerime son verdim.Burdan sonrası işte ikili ilişkiler başlarken, benim gibi konsantrasyonu çabuk dağılan biri nasıl olur da üniversitede 2 bölüm okur, yüksek lisans yapar, tenis oynuyorum, atlıyorum, zıplıyorum, fotoğraf, araba yapıyorum, yarışlar, çılgınım, manyağım, romantiğim falan filan.. işte sadece karşı cinsi etkilemeye çalışmak için birkaç şey gibi saçını iki dakika daha uğraşıp biraz düzgün tarasan aynı durum gibi ki aynı durum. Anlatınca komik geliyor.

Bana, mezara kadar götüreceğim yokluğunu verdin de nasıl bir sözdür ki insanı düşünmeye iter, canını sıkar. Yanında götüreceğin şeyler o kadar çoğalmaya başlar ki bir süre sonra taşıyamazsın onları ve bir yerde çöker kalırsın gitmek istediğin yere gidemeden yol bitmiş olur. geride bıraktıkların da seni bulmak isteyenlere bir iz kalır. Hansel ve Gratel'de küçük ekmek parçalarını kuşların yemesi gibi ya da çöldeki ayak izlerinin bir rüzgarda silinmesi gibi kaybolur gider. Bazen de milyonlarca yıl sonra bulunan fosil ayak izleri gibi baki kalır. Ama bunca garipliğin içinde en garip olanı da aile kavramı olsa gerek. Belki de sevgili ama sonunda o da aileye katılacağından aslında bir alt küme belki de. Matematiksel ispatı bana düşmez.

Hiç öfke ile "Kendi yolumu çizmeye karar verdim ben!" diye birçok kez tekrarlanan bu anlamsız ya da en anlamlı sözün verdiği garip düşüncelere dalarken, kendi dağınıklığımı taşıdığım otel odasında, tatil mi yapıyorum yoksa çalışıyor muyum diye yorgun ve kararsız kaldığım günler geçerken, aileni 200 çarpı bilmemkaç çözünürlükte bir pencereden görmenin verdiği gariplik bir de kalbinin kırıklığıyla ne de güzel gider değil mi uyku.. Demek istediğim de buydu yoksa, o sarışın kız gerçekten bana bakıyordu.

Herkese iyi bir hafta diliyorum..

Live 4 it! The Greatest Hits

Uzun süren bir ayrılığın ardından tekrar Live 4 it! yayın hayatına geri dönüyor. Edirne'ye çalışmak için gittiğimden beridir benden pek haber alamadınız. Bazı okurlarım beni özledi, bazıları oh be gitti de kurtulduk dedi, bazıları ne dese bilemedi,.. Gittiğim her yere "Eroy ve Talihsiz Serüvenler Dizisi" adlı hikayemi de götürdüğümden burada da birşeylerin ters gitmemiş olması düşünülemez tabii ki..

Neyse ben burda gayet mutluyum. Her dalda Oscar'a aday olacak yazılarla "Live 4 it! The Greatest Hits" albümü tüm seçkin bloglarda ve yetkili mercilerde..

Welcome to the real world eroy..

Gün geldi ve ben artık çalışıyorum... Another Brick in the Wall misali.. İlginç geliyor kulağa. Edirne'ye gideceğim önümüzdeki 2 ay boyunca gurbet ellerden sizlere sesleneceğim. Gerçi gurbet eli olmuyor zira babamın memleketi olmasından ötürü. Neyse. Değişmek gerekliydi bu da iyi bir başlangıç.
Hiç gerçekle, gerçek olmayanı birbirine karıştırdığınız oldu mu? Elbette olmuştur. Dünden beridir bir şizofren havaya bürünmüş gibi aslında öyle demek yanlış olur. Neyin gerçek neyin hayal olduğunu karıştırdığınızı düşünün. Aslında hiç düşünmeyin sanırım kafayı yemek deyimini gerçek kıldım. Gerçekten ama Matrix'e bağlanmak mı yoksa Matrix'ten çıkmak mı ne desem bilmiyorum ama gerçekle hayali gerçekten birbirine karıştırıp, ikisi arasında seçim yapamadığımı görmek garip. Delirmiş olabilir miyim bilmiyorum :) Akli dengemi kaybetmiş olabilir miyim bilmiyorum ama gerçekten çok ilginç bir deneyim. Bir an tüm aklınızın sıfırlanması... Neyse bunu da yaşamadım demeyeyim. Gözümü kapatıp açsam .. welcome to the real world eroy!.. diyeceklerdi sanki. Tam anlatamıyorum ama ilginç bir deneyimdi. Neyse sistem normal haline geliyor gibi şimdilik. Tünelin sonudaki ışığı görüp geri geldim ama :)
Karıştııımm.. Değiştiiimm... Çok içtiiimm.. Geliyoruuumm.. Aslında gidiyorum...

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! Haftanın Klibi'nde bu hafta.. Christina Aguilera ( İmla klavuzuna bakmadan yazdım umarım doğru yazıyorumdur.) Fighter ile bizlerle birlikte. Savaşçı yapıyor hayat eninde sonunda ayakta kalabilmek için ona uyum sağlamalısın.

Ben Rohirrim'i toplayıp kuzeye cephesine gidiyorum. Dönebilirsem, yarın akşam güzel bir sohbet yapabiliriz. Christina'nın da dediği gibi. Thanks for making me fighter..

Herkese iyi bir hafta diliyorum..

Live 4 it! Haftanın Klibi


Live 4 it! Haftanın Klibi yayın hayatına devam etmeye çalışırken, blogun sadece klipten, arada bir çocukluk hatıralarından başka birşeyden ibaret olmamaya başladığını göreli çok olmuştu. Neyse, hiçbir şey sonsuza kadar sürmez zaten. Nightwish - Bye Bye Beautiful ile bizlerle beraber bu hafta.

Sana söylediklerimi duydun mu? Sana yazdıklarımı da okumadın. Beni görmedin bile. Seçmediğin yolun sonunda uzunca bir süre beklediğimi de bilmiyorsun zaten.. Bye bye beautiful... Die die beautiful.. Böylesine bir şeyi duymak için ne yapmış olmak gerek ki? Kaybedecek çok şeyi olmasına rağmen sevmeye devam etmenin bir bedeli olsa gerek. Kumar gibi.. Kendisinin olmayan herşeyi kaybettiği bir kumar. Gerçekten bak aklıma yattı yazarken. Aşk diyelim, karşılıklı sevgi var, sen sevmeye çalışıyorsun başta ne karşılık olacağını bilmeden, ona karşı onun sevgisini ortaya koyuyorsun. Kaybettiğin zaman senin olmayan birşeyi kaybettiğin için üzülüyorsun. Bunu göremeyecek kadar da körsün.. Kör değilsin biliyorum. Görmek istemiyorsun.

Bye bye beautiful.. Die die beautiful.. İşte başlıyor.. How blind can't you see?.. Aynı anda atıyoruz. Büyük atan başlasın..

Herkese iyi haftalar..

Live 4 it! Haftanın Klibi


Aranıyor.. Sahibi ruhumun. Ruhunu başka birine teslim etmek isteyen birinin de aklı selim biri olması beklenemez herhalde. Beklenir mi? Ben beklemezdim. Ben, benden birçok şeyi beklemezdim de..

Bir Eurovizyon'u daha geride bıraktık millet olarak. Avrupa'da bu işe bizden daha çok değer veren kaç ülke var bilmiyorum ama oylama sırasında verilen puanlara yorumları dinledikten sonra eline bayrağı meydanlara çıkarak, "Kahrolsun Avrupa! Türkün Türk'ten başka dostu yok! bizi AB'ye almazlar arkadaş!.. Santrayla beraber omuz omuza!.." moduna girebilir insan. Her oy bir stres kardeşim. Neyse politik olaylardan sıyrılalım. Müziğin evrensel birleştiriciliğine dönelim. Mor ve Ötesi - Deli ile bizlerle birlikte.

Beni büyütüyor zaten. Sahte bile olsa düşler güzel. Ne hata yapıyorsam bu faili meçhul tutkumdan. Herkes akıllı bir ben deli.. Hala ama hala ruhuma bir sahip arıyor olmak da bunu gösteriyor. Ders almaz, uslanmaz. Ben buraya kadar nasıl geldim. O da benim sırrım aslında. Delilik ve dahilik arasındaki ince çizginin diğer tarafına da geçmiyor değilim orda ne var diye bakmak için arada. Ama aranırken ne bulacağını tahmin etmek güç bazen.

Klipteki gibi kuklalara hapsolmaktansa deli kalmak daha iyi. Kalıplaşıp öylece kalakalmak. "Sen delisin" dediğiniz sürece hala yaşamak güzel.. Sahibi ruhumun..

Herkese iyi bir hafta diliyorum. Mor ve Ötesi 12 puan!.. ;p

Ben Çocukken No.5

Ben bayağı bir küçükken bir yere misafirliğe gittiğimizde banyolarında gördüğüm küçük sabunları görünce avrupalı beyaz insan görmüş hintli misali bir sempati, leyla görmüş mecnun gibi bir sevgi ve elde etme hissi duydum. Beyin bir anda kendini açtı kapadı gibi denebilir. Anneeee... ne kadar güzel bunlar.. Bunlardan biz de alalıımmm lütfeeenn enneee gibi Fırat gibi çocuk olmuştum. Allahım ama o kadar güzellerdi ki. Kafayı yiycem bu sabunlar için.. İşte o günden sonra bende küçük, renkli ve şekilli o sabunlara karşı bir sevgi doğdu. Sonra gördüm ki tüm renkli kalıp sabunları seven bir insanmışım ben. Hele bir de hafif bir şeffaflık taşıyan, güzel kokulu, anam anam ben dayanamam gider alırım evde biriktiririm kullanmaya da kıyamam. Çeyizlik gibi birşey bu :) Ben çocukken o küçük sabunlar hep aklımda kaldı. Onları ne zaman görsem ben bir zamanlar veledin biriydim diyorum. Eski zamanlara dönüyor, bu zamana nasıl geldim diyorum. Bu küçük sabunlar beni mutlu mu ediyor yoksa üzüyor mu karar veremiyorum..


Okulun önüne pamuk şeker satan adamlar gelirdi. Bu pamuk şekerciler uzun bir sopaya bir ağacın dalları misali yerleştirirdi pamuk şekerlerini ve uzaktan bakınca sanki pembe küçük bir ağacı yüklenmiş geliyordu. Bu ağaç sanki cennet bahçesinden dünyaya inmişti. Ağacın üst dalları pamuk şekerindendi, altlara indikçe ağaca tutturulmuş bir sürü oyuncak olurdu. O kadar güzeller ki hepsini almak istemeyen bir çocuk olamaz. Su fışkırtan yüzükler sanki Yüzüklerin Efendisi'ndeki güç yüzükleri gibi her biri sana bir özellik katıyor. Üstündeki en dandik ve hatta kanser yapıcı maddelerden imal edilmiş elmas şekilli şeffaf plastik aklını başından alıyor. Küçük poşette kolonyalar vardı. Böyle sıkınca patlıyor, arada gözümüze kaçıyor ama olsun o kadar güzel renkleri var ki. Küçük poşetlerinde bir avuç dolusu aldığında sanki elinde bir avuç zümrüt taşıyormuşsun gibi hissediyorsun. Solo testler, çatapatlar, torpiller, en dandik şaka malzemeleri, oyuncak tabancalar, herşey o kadar güzel ki.. Tenefüs hiç bitmesin de o ağacın başından hiç ayrılmayalım..

Siz küçükken hiç thundercats'i izlediniz mi? Deli olurdum ben o çizgifilme. Thunder! Thunder! Thunder! Thundercat'ler hooovv! diye bir özdeyişi vardı ki. O sırada normalde taşıdığı ufak boydaki kılıcı her thunder deyişinde biraz daha büyürdü. Bu kılıcın ortasında thundercat'lerin amblemi vardı ve bir nevi Batman'i çağırma gibi o sembol kılıçtan gökyüzüne yansırdı. Bu kahramanlar kedigil insan karışımıydılar ve benim kedigil sevgime de katkıları olmuştur. Zaten bir kedinin duruşundaki asaleti ve zekayı görebilen birinin kedileri sevmemesi mümkün mü :) Göremiyorsanız bence görmek istemediğinizdendir. Neyse bu kılıçtan benim de vardı. Ama en dandik, en plastik ve en Çin malı cinsinden. Ne güzel oynardık kardeşimle. Bugün bir Aragorn, bir Darth Vader, Usta Windu, Dartanyan veya Çizmeli Kedi'den iyi kılıç kullanabiliyorsam, bu plastik kılıçlar sayesindedir ;p


Bu kılıçlar arada kırılırdı ve benim içim yanardı. Ben bir de bu kılıçlarla uzay gemisiymiş gibi oynardım ki "nasıl bir manyakmışsın sen!.." diyebilirsiniz. Ama yine de en karizmatik kılıçla atraksiyonu He-Man yapardı. "Gölgelerin gücü adına!.. Güüüç bende artııık!.." Bu konuda üstüne kahraman tanımam. Ama thundercat'lerin o kılıçlı atraksiyonu iki çeşitti birisi aşağıdaki videoda göreceğiniz diğeri de kılıcı He-Man misali yukarı tutarak yaptığı ki benim favorim 1.si'dir. Aslında bir daha izleyince He-Man'inki ile rahat kapışır thundercat'in olayı :) Nihayetinde, He-Man ve She-Ra'ya daha sonra değineceğim.


Anaokuluna ilk gittiğimde 5 yaşındaydım. O zamandan beri kendi ayaklarım üstündeyim aslında. Ben küçükken çok akrabada kaldım. Anne ve babam çalıştığından anaokulundan önce gündüzleri birçok akrabama bırakıyorlardı beni. En son durak anneannemler oldu. ben nasıl desem belli bir yaşa kadar evde değil anneannemlerde kaldım. Kendi evime çıkmış gibi okula gitmek için. O zamanlar ki anaokulu zamanından bahsediyorum. Öğle yemeklerinde çayı metal bardaklarda içerdik. Cam olmamasının sebebi kırıp bir yerlerimize batırmamamız içindi. Bu metal bardaklara çayı yarısına kadar koyarlardı. Metal olduğundan çabuk soğurdu çay. Hayatım boyunca asla çay bana kadar tatlı ve güzel gelemedi. Oradaki çayı birdaha asla içemem zaten. Orayı yıkıp alışveriş merkezi yaptılar üstüne. Ben çok küçüktüm. Hafta başında, içinde çarşafı, yastığı ve yorganını koyduğu büyük torbasıyla ikinci evine giden, diğer arkadaşlarına taşımak için yardım ederken çizgifilmi kaçıran ben.. Yanyana ranzalarda yatarken uyumak yerine sevdiği kızla konuştuğu için hocanın hep kızdığı ben.. şimdi eroy olan küçük eba hala içimde yaşıyor.. Bir kez daha fafa için neler vermezdim. fafa'yı sonra anlatırım artık..


Diğer Ben Çocukken'ler de burada