Live 4 it! Haftanın Klibi



Haftanın klibi bu hafta 29 Ekim Cumhuriyet Bayram'ına denk geldiğinden bu haftaki klip bu bayramımızı yansıtan bir klip olsun istedim.

İzmir Marşı'nı koymaya karar verdim. Kurtuluş Film'ini sanırım hepimiz biliyoruz ve o filmin sonunda duyduğum İzmir Marşı kadar içimi okşayan ve bir heyecan veren çok az şarkı veya marş var. İzmir hakkındaki herşey sanki İzmir kadar güzel oluyor nedense.

Türk tarihinin en sevdiğim kısmıdır aslında Atatürk'ün Samsun'dan başlayıp, ölümüne kadar devam eden zaman dilimi. O zamanlardaki gibi insanlar yok sanırım şimdi. Ülkeyi kurtarmak için onca çabayı sarfedenlerin, sonrasında binbir zorluklarla kazanılan topraklarda yüzlerce yıllık karanlığı on yılda dağıtabilen halkın torunları değiliz sanki. Çok mu az kaldık ne? Ama karamsarlık da bu kadar olmamalı. Gerçi içinde bulunduğumuz şartlara bakınca karamsarlık ve endişe içinde olmamak vurdumduymazlık olurdu.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.. Herkese iyi bir hafta diliyorum..

Kendini göremedikten sonra ayna neden?

Geceleri garip bir uyku düzenim var. Gece 2-3'ten önce yatamıyorum sabahları da 7'de kalkmak zorunda olduğumdan o saatte bir türlü uyanamıyorum. Annem ve babam artık bıktılar her sabah uyandırmaya çalışmaktan. Bu öylesine bir sorun oldu ki artık ilaç kullanıyorum yorgunluğuma karşı. İsmini okuyamadım şimdi uzaktan. Ama onu da düzensiz içtiğimden bi işe yaramıyor yarayacağı varsa da. Hayatımın her alanına bir karmaşa, bir düzensizlik hakim.

Hem bir de son zamanlardaki havam da yok. Bilmiyorum birşeyler var. Oturup düşünmem gerek. Her alan birçok şey var aslında ama biraz nasıl desem kafamı toplamam gerek. Bu düzensiz fiziksel yaşam sağlığıma da fazlasıyla etkide bulunuyor zaten sürekli hastayım. Neyse hepsinin bir sonu gelecektir. Herşeyin bir sonu vardır ki bu da yeni bir başlangıcı beraberinde getirir. Esas sorulması gereken soru "ne zaman?.."

Ama bazen geceleri aynaya bakıyorum. Kendi gözlerimin içine bakıyorum. Orda birşeyler var. Sanki kendi içimde kendimden sakladığım birşeyler. Bilmiyorum ama nedir, nedendir. Çok da merak etmiyorum. Birşeylerin hayalini düşünüp bir sonraki kendimle göz göze gelişime kadar erteliyorum bu düşünmeyi. İlk gözünü kaçıran hep ben oluyorum.

Aynada kendini görememek nasıl bir duygu? Bunu hiç tatmamayı isterdim...

Bir aslan miyav dedi minik blogger mimledi

Eysean beni çok uzun zaman önce mimlemişti. En son biri beni mimlediğinde herhalde 3.5-4 ya da 9 yaşımda filandım sanırım. Ben de ha bugün ha yarın ha sonraki hafta derken iyice ipe un serdim elbet birgün yeniden karşılaşırız da o günden önce yazayım ki benden iyice nefret etmesin zira biliyorsunuz ki ben kötü biri değilim. Değilim gerçekten.

Bu mimin konusu "Beni deli edenler" imiş. Gerçi ben "Beni benden alanlar" diye bir köşe hazırlamıştım ama olsun şimdi eysean'ı da kırmayayım ayıptır, günahtır.

Bir kere sivri burunlu ayakkabı giyip, takım elbiseye bürünüp de "ulan ben ne adamım ya.." diye dolaşanlara, böyle nasıl desem Kurtlar Vadisi'ni kendine bir yaşam tarzı olarak seçip sağda solda "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye dolaşanlara acayip bir antipatim vardır. Mümkünse hiç yapmasınlar daha iyi.

Mesela ben birgün başbakan veya cumhurbaşkanı olursam ülkedeki tüm şişe biraları yasaklayacağım hani olmadı üstüne zimmetle veya nüfus kağıdıyla üstüne isim veyahut vatandaşlık numarası yazmak kaydı ile verilecek. Çünkü parklarda, yollarda, çayırda, çimende görmekten en nefret ettiğim şeydir kırık cam şişeler. "Biz senin bu ilticai faaliyetçi yüzünü bilmezdik" demeyin ama ben birayı çok severim ki sadece garezim cam şişeleri içip içip kıranlara. Yahu görünce deli oluyorum ben. Tamam bu çok büyük bir ceza olur o zaman cam şişeleri kıranlara onbeş yıl hapis veya 1540 saat kamu hizmeti cezası filan verilmesini sağlayacağım ki benim gibi taze ot görmüş inek misali çimenlere yayılan insanlar zarar görmesin.

İçmeye gittiğimizde hani o çerez tabağına leblebinin hakim olmasına çok gıcık oluyorum. İçi hem tuzlu fıstık ve kaju dolu olsun. Buralar böyle çayıra çimene bulansın. Bir de artık hiç savaş olmasın.

Bir de esas en gıcık olduğum kendini haybeye yere atan futbolcular. Böyle maçta pislik yapan, oyun oynamaktan çok mahallenin mızıkçı çocukları gibi ağlayan ve pislik yapan futbolcuları hiç mi hiç sevmem. Bu alanda Ayhan'a acayip bir antipatim var. Hiçbir zaman sevmedim. Sevmeyecem de. Böyle insanlar çok ezik oluyorlar... Dur dur tamam kişisel hakarete varmasın olay.

Ya bu kadar beni sinir eden şey yazdım bak aklıma geldi hepsi nasıl da sinir stres oldum birden. Ufff.. eysean bi git ya.. diyorum durup dururken sinirlendirdin beni. Neyse sağa sola bi zarar vermeden artık bu yazı yeterli diyorum. Hayat sinirlenmek veya kin tutmak için fazla kısa, bunlara zaman ayırmak yerine sevgilinizi alın pikniğe filan gidin. Hayattan zevk almaya çalışın, sevdiğiniz şeyleri yapın. Hobi edinin filan. Olmadı vapura binin bi karşıya gidip gelin açılırsınız. Bunlar da yetmezse mail atın bana, ben size bikaç güldürcek birşey anlatırım. Deli olmayın böyle şeylere, beni de deli etmeyin :)

Live 4 it! Haftanın Klibi



Live 4 it! haftanın klibinden bir kez daha merhaba. Bu haftaki konuğumuz Bon Jovi. Everyday şarkısıyla bizlerle birlikte.

Hergün, hiç dünün üzüntüsünü taşımadan yeniden başlayanlar için. Tüm dünlerime hoşçakal diyor zaten şarkıda. Hep bir değişimden ve yeniden daha iyiye gitmekten bahsettiği için birçoğumuza da bu gerek zaten. Hem sonbaharla başlayan ama artık eski heyecanı kalmayan aşklarda yavaş yavaş kötü günler de gelmeye başlamıştır. Bazılarında sonlar bile gelmiştir. Üzüntülü zamanları geride bırakmak için hepimize bir gaz gerek değil mi. Bu beni mutlu eden bir şarkı.

Bundan 4 şarkı sonra Haftanın Klibi 1 yılı geride bırakmış olacak. Tüm klipleri cd'ye çekip bir sonraki şenliğin büyük ikramiyesi yapıcam. Geçen şenlikte Güs Hanım tişörtü kazanmıştı. Bir sonraki talihli kim olacak, ve bu şenlik nerede olacak hiçbirimiz bilmiyoruz tabii. Bunu bir ara konuşalım..

Herkese iyi bir hafta diliyorum..

deleted scenes

hergün aynı zamanda uyanıyoruz. birbirinden iki dakika uzaklıkta istasyonda bekliyoruz. ve sanki hergün daha da açılan aramıza, unutulan anılarımıza biraz daha birşeyler eklercesine ayrı yönlere gidiyoruz. biliyor musun ben her sabah o iki dakikalık mesafede senin bekliyor olabileceğini düşünüyorum. havalar soğuk olduğunda boynundaki atkını veya takmaktan hoşlanmadığın bereni düşünüyorum. tekrar soğuktan buz kesmiş ellerimizi karşılaştırıp bak hangimizin eli daha küçük demek isterdim daha sadece senin beni sevdiğin dönemlerden kalan bir anıyı tekrar hatırlayıp şu an benim sana aşık olduğum senin benden nefret ettiğin zamanları yaşarken. roller nasıl da değişti değil mi nasıl da acımasız herşey.

o iki dakikalık mesafenin sonundaki istasyondan her geçişimde kapılar açıldığında kafamı dışarı uzatır seni ararım. göremeyeceğimi biliyorum. asıl beni korkutan seni görmek. evet. seni görmekten o kadar çok korkuyorum ki.. ama gözlerim her an seni arıyor en büyük korkusuyla yüzleşmeye çalışan küçük bir çocuğun yatağının altında canavar olup olmadığına bakarken hissettiği heyecanı yaşıyor her an. ben bununla tekrar yüzleşmek için o kadar çok dilekte bulundum ki. gittiğim her kör kuyuya, her güzel havuza bir metal para attım. ve şimdi onlar sadece diğer umutsuz dileklerin yanında suyun dibinde yatıyor. herkesin umutsuz dilekleri birbirine bakıp kendinlerine benzeyen başkalarını da görüp umutsuzca zamanı yaşıyorlar. sonra kapı kapanıyor yine de hızla yanında geçtiğimiz insan silüetlerinde seni arıyorum. keşke o hayaletlerin arasında bir kez görsem. ya da hiç olmayacağını artık anlasam...

bazen geceleri o istasyondan geçerken seni arıyorum. açılmayan bir telefon ve ardı ardına gelen o çalma sesleri.. her ses bir sonraki lütfen gelmesin diye yalvarıyor gibi. bir an önce biz kesilelim artık sadece kelimeler olsun. ama olmuyor. son ses de artık istasyona trenin gelmeyeceğini söyleyen o yaşlı tren görevlileri gibi hüzünlü ve umutsuzca orada bekleyen insana gerçeği tekrar hatırlatıyor. sonraki iki dakika boyunca ağlıyorum. o istasyondan tekrar geçerken bir daha başlayacak olan o hüznü kendi evimin önündekine geldiğimde unutmaya çalışıyorum.

neden böyle, nasıl bu kadar çok, ne yaptığımın farkında mıyım, nereye kadar sürer, nasıl biter ya da keşke nasıl başlar bilmiyorum ama ben seni hala seviyorum...

Live 4 it! Haftanın Klibi



Haftanın klibinde tekrar beraberiz. Bu haftanın konuğu relaxation tarzı müziklerde enigma ile birlikte başı çeken Enya. Enya - Only Time ile bizimle birlikte. Sweet November filminin soundtrack'i.

Şimdi biliyoruz ki New York'ta aşk başkadır. New York'ta hava hep sonbahardır. Hep güzel kızlar, güzel berelerini takıp, yaprakların döküldüğü o sephia'lığa boyanmış yerlerde dolaşırlar. Erkekler de yakışıklıdır. Kitapçılarda çalışır güzel kızlar. En az onlar kadar güzeldir kitaplar da. Geçim derdi hiç yoktur. Kahve içerler aşklarını yaşarken hep. Ölüm orda gerçek hayatta olduğundan daha romantik gelir. Evlerden biri kocamandır ve gökdelenlere bakar. Stüdyo veya atölye gibi biryerdir. Diğeri de küçük bir apartman dairesidir ve iki evden birinde mutlaka bir kenarda yağlı boya tabloları olur. Resim yapabilmek sadece bana değil herkese çekici geliyor sanırım.

Aşk orda hep güzeldir. Pervasızca mutlu olabilirler. Gerçek dünyada bizler kendi içdünyamızda ağlıyoruz. Mutlu olsak da olmasak da. Sonbaharda yaşasam hep keşke herşeyden uzaklaşıp New York'a yerleşsem bunlar olmaz ki. Mevsimler değişir, sevgiler, sevgililer değişir. Kahven ilk aldığın gibi olmaz, soğur. İçine yağmur damlaları, gözyaşları dolar. Gerçekten sevmek zordur. Buna gereken değeri verenler için gerçekten zordur.

Herkese iyi bir hafta diliyorum...

Live 4 it! Haftanın Klibi



Yağmur yok ama bu hafta Live 4 it! size yağmuru hatırlatmak ve biraz da bundan zevk alanlara yağmurla birazcık yüzleri güldürmek için. İzleyince garip bir mutluluk ve şapşallığın o tatlı neşesini hissediyor. "Deli..." diyesi geliyor mu bilmiyorum.

"I'm singing in the rain" filminden bir sahne. "Gene Kelly - I'm singing in the rain" bu haftanın klibi. Mutlu olmak da ne kadar garip değil mi, yağmur filan. Ehehe ben deli değilim. Gerçekten. Sadece mutluyken biraz şapşallaşıyorum o kadar sanırım. Yani belki veya olabilir.

Herkese mutlu bir hafta diliyorum... Yağmurlu olsa keşke...

Deleted Scenes

derin bir nefes ver... sonra bir nefes daha.. bazen insanın eli titrer, gözleri yaşarır, boğazı düğümlenir ne hissedeceğini bilemez. kendisini herşeyden herkesten uzak hisseder hiçbirşeyden tat alamaz, gözleri dolduğundan dünyayı farklı görür artık. herşey, herkes, heryer buğuludur, silüetler geçer, kendi düşüncelerinin sesinde boğulduğundan hiç kimseyi duyamaz. tüm algıları kapanır, sadece duygular kaplar heryeri dayanılmaz bir kötülük herşeyin üstüne çökmüş, kendisinin üstüne çökmüş. bırakmıyor.. lanetliyorsun bu kötülüğü her seferinde ama sanki bundan güç alıyormuşçasına daha da üstüne çöküyor. nefret ve aşk sanki birbirinden farkı yok ikisi bir olmuş üstüne geliyor. aşk daha önce gözüne göründüğü o pembelikten, o tatlı kokusundan, tadından, seni okşayışından uzak, geçmişteki her öpücüğün dudaklarında bıraktığı o tat artık yüzüne tokat gibi geliyor. acıtıyor. hiç bitmeyen bu acıların içinde daha ne kadar dayanabilirsin? neden diğer insanlardan kaçıyor sana uzanan ellere, açılan kalplere uzak duruyorsun? bu ürkeklik, bu korkuneden? ne kadar daha buna katlanabilir ne kadar daha bekleyebilirsin? aslında beklemek değil de asla gelmeyeceğini bilmek seni sıkan, ağlatan, hayattan koparan. aslında o kadar da çok sevmediğini biliyorsun kendin de. ama... ama işte...

Beni benden alanlar No. 1

Hani şehirlerarası otobüslerde plastik bardaklar vardı ya eskiden ki şimdi hala vardır. Yolculuk ederken ne zaman karşıma çıksa o bardaklardan biri ve sıcak birşey isteme gafletine düşsem, içimde bir korku tüneli yolculuğu başlar. Ne zaman eriyecek bu bardak ve bacaklarıma dökülecek ben de can havliyle ayağa kalkayım derken kafamı tavana çarpıp tepetaklak olacağım ve otobüste bulunan diğer insanların hafızalarından silinmeyecek hatta youtube'a koysan 1 milyon hit alacak bir video görüntüsüne sebep olucam diye düşünür düşünür dururum. Ben bu bardaktan resmen korkuyorum. Plastiğini iki gıdım fazla koysalar ellerine yapışacak sanki. Ömrümden yiyorlar da haberleri yok.

Bana bakan veya gözgöze geldiğim her güzelden çekinirim. Nasıl bir korkudur arkadaşım bu derim. Neden kaçarım ben de bilmem.

Otobüslerdeki o tavandan sarkan sözde tutacaklara asla güvenmem. Onların tek amacı otobüsler viraj dönerken insanları tek bir nokta etrafında döndürüp diğer insanlara sabah işe giderkenki bezginliklerinden kurtaracak komiklikler olsun insanlar birbirine gülsün diye yapmışlar. Valla bak. Bence öyle.

Teknolojik olarak ne kadar ileride olduğumuzun haddi hesabı yok. Her köşe başında, yer tezgahında, yolda, trafiğin habire sıkıştığı müzmin sakat diyeceğim noktalarda heryerde şarj aletleri, cep telefonları, elektronik eşyalar satılıyor. Halbuki el memleketinde bunlar böyle teknoloji dükkanlarından başka yerde yok. Amerika'dayken bir arkadaşa flashdisc al demiştim de o bize şehrin yapısını anlatmıştı. Yok abi ben gider Doğubank'tan alırım, zaten Beşiktaş'a giderken yolumun üstü sen sıkma canını diyip zor sakinleştirmiştim.

Kulağımdan çıkardığım küpeyi %87,98 oranla bir daha asla bulamam. Nereye gidiyorlar hiçbir fikrim yok. Bazen ben de kaybolacağım bir anda evde diye de çekincelerim yok değil...

Şimdi reklamlar...

Bloga farklı bir yazı türü getireyim istedim. Bu nasıl desem off the record veya deleted scenes gibi bir konsept. Yazmak isteyip de yazmadığım, çekindiğim veya korktuğum ya da incitmekten kaçındığım yazılar olsun. Hali hazırda birçok kez sildiğim saklamak istemediğim draft'larım vardı ama yine bir garip anımda sildim. Odayı havalandırmak gibi düşünün. İçeride nefes almak zorlaştıkça biraz temiz hava iyi gelir deyip camları açmak gibi. Gardrobunuzdaki eski veya size birşeyler hatırlatan kıyafetlerden kurtulmak gibi de olabilir. Bunun dışında, iki yeni konsept yazımız daha var. Birincisi; artık sanatçı kişiliğimi de ortaya çıkarmalıyım dediğim fotoğraf dizisi ki bugüne kadar çektiğim ve özenle bir çok duygu yüklediğim fotoğraflar ve onları anlatan yazıları olacak. İkincisi; daha bir mizah yönlü gibi. Yani pek de normal bir insan sayılmam sanırım başımdan geçen saçmalıkların da kalburüstü bir komedi tadı var o zaman biraz bunları içeren kısa kısa yazıların birleşimi bir dizi. Penguen gibi ya!

NOT: Facebook üyesi oldum sonunda. Yani, "Facebook'a nasıl üye olunur?" sorusuna bir cevap buldum. Garip bir deneyimdi benim için. Nereye gitsem birşeyler ki çoğu eskiye dair karşıma çıkıyor yani bazen düşünüyorum ya benim kendi aklım benimle oyun oynuyor. Ya ne bileyim işte ya ben de amma ifla olmaz, geçmiş düşkünü, oraya saplanıp kalmış, bir türlü kendine gelemez, manyağım dedim. İşte bu kadar kızdım kendime. Neyse reklamlar bitti...

Live 4 it! Haftanın Klibi



Bu hafta çok sevdiğim bir şarkı bizimle. Bugün aklıma geldi aniden. Canım sevgilimin arkasından gelip "you never know how much I love you!" diye onu korkuttuğumda bir anda aklıma geldiğine göre bu şarkıyı sizlerle bu haftanın klibinde paylaşmak istedim.

Bunları bana söylettiği için ona ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir anda değişen herşeyin en tatlısıdır kendisi. Bugün onu gördüğümde tekrar anladım. Sevdiği insana bunları söylemek çok mutlu ediyor insanı. Tekrar hatırlamak bunları. Sonrasında geçen zamanda neler yaşadığını görmek, eskiyi düşünmek, bunca zaman o senin yanındayken kendinin nerede olduğunu ve neler yaşadığını tekrar düşünmek. Şimdi herşey çok güzel ama. O kadar da eskiyi düşünmemeliyim. Seni seviyorum... Düşündüğüm bu sadece.

Elvis Presley ilk defa konuğumuz oluyor. Fever şarkısıyla bize bunları hissettiren insanları tekrar düşünmemizi sağlıyor. Fırsatını bulduğunda beraber dinlemek gerek.

Herkese mutlu bir hafta diliyorum. Haftaya tekrar görüşmek üzere...